İMÂM-I RABBÂNÎ – DR. İHSAN ŞENOCAK
Alimler Meclisi
İMÂM-I RABBÂNÎ – DR. İHSAN ŞENOCAK
- 2021-01-03 22:25:04
- Yediulya
Bismillâhirrahmânirrahîm, ELHAMDULİLLÂHİ VAHDEH VESSALÂTU VESSELÂMU ALÂ MEN LA NEBİYYİ BA’DE.
Muhterem hocam, hocalarım kardeşlerim hepinize hürmet ve muhabbetlerimi arzediyorum. Allah Teâlâ birlikteliğimizi hayırlara vesîle kılsın. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri özelinde ümmetin kriz çözme tecrübesi, tabii iki asırdır biz Müslümanlar olarak bir krizdeyiz; ilmî, fikrî, siyâsî, ictimâî anlamda bir kriz. Nasıl çıkabiliriz, ne yapabiliriz, ne yapmamız gerekir? Âlimlerimiz, âriflerimiz, mürebbîler, mürşidler, mütefekkirler bu soruları farklı şekil ve sûretlerle kendilerine sordular ve bunlara cevaplar verdiler. Bu cevaplar çerçevesinde İslâmî hareketler ortaya çıktı ki o hareketler bugün ümmeti bir noktaya getirdiler. Muvaffak olanlar oldu, belli derecede muvaffak olanlar oldu, küresel güçlerin kuşatmaları karşısında geri çekilmek zorunda olanlar oldu. Bizim ne yapmamız lazım, kimler muvaffak oldu, kimlerin tecrübelerinden daha fazla istifâde edebiliriz? O çerçevede İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hayâtına, onun planına bir bakalım, sonrasında ne yaptılar nasıl o merhaleleri katettiler, günümüzle mukâyese ederek inşâallah onu tahlîl edelim.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hicrî 973 târihinde dünyâya geliyor, Hindistan’da Serhind şehri, Hindistan’ın başı demek, orada doğdular. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri doğduğu yıllarda orada bir Moğol devleti var. Başında Ekber Şah var. Ekber Şah’ın hayâtı ikiye ayrılıyor: Bir, müslüman olan, ahkâm-ı İslâmiyye’yi tatbîk eden Ekber Şah var. Fakat İran tarafından bir sihirbaz gelir; Süleyman en-Nedvi (rha) o süreci anlatırken diyor ki: İran tarafından bir sihirbaz geldi, eğildi kulağına dedi ki: “Muhammed’in dîni 1000 yıldı o 1000 yıl bitti şu an yeni bin yıla giriyoruz. Yeni bin yılda ümmî bir peygamberden ümmî bir devlet adamının iktidârına geçmemiz gerekir. Sen bu dînin kurucusu ol, müessisi ol!” Yanına sokuldu ve bunu iknâ etti, diyor. ed-Dînü İlâhî (tanrısal din) diye bir din îcâd ettiler. Bu çerçevede Ekber şah hayâtının ikinci safhasında inek kesmeyi yasakladı, müslüman kadınların mecusilerle, putperestlerle, hindularla evlenmeleri noktasında baskı uyguladı. Mâbedleri kapattı, câmilerde çan çalmaya başladı, umumhâneler yapıldı müslüman kadınları zorla oraya alıyorlar. Ezanlar değişti, ALLÂHU EKBER, ALLÂHU EKBER, yâni ALLAH Ekber Şahtır hâşâ, Ekber diyorlar Celle Celâluhu yâni Allâh Teâlâ’yı müslümanlar nasıl ta’zim ediyorlar: ve men yuazzim şeairallâhi fe innehâ min takval gulûb. Aynı şekilde Ekber Şah’a böyle bir ta’zim var. Ve ulemâmız var âlimlerimiz, âriflerimiz; onlardan itiraz edenler var fakat küllî mânâda bir çıkış yok Ekber Şah’a karşı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri 43 yaşında bu sisteme başkaldırıyor ya da daha öncesi var ama Ebu’l Hasen en-Nedvi (rha), Ricalü fikrî ve’d-da’ve, yâni özellikle genç kardeşlerimin mutlakâ okumaları, mütâlaa etmeleri gereken bir kitap. Dört cüz iki cilt halinde bu kitap, üçüncü cüzü İmâm-ı Rabbânî’ye ayırmış. Yâni bir inkılapçı olarak İmâm-ı Rabbânî Hazretleri o topraklara nasıl hayat verdiler. Esâsında Ebu’l Hasen en-Nedvi (rha) şunu söylüyor: Siz konuşursunuz şu kadar eser telif edersiniz fakat orada birisi var işte, İslâm gurbeti yaşarken meydan yerine çıkıyor ve ümmete “Rasûlullah aleyhisselâma dönüyoruz yöneliyoruz” diyor. Hindistan, bugün orada altı yüz milyon insan var, o insanların yüreklerine İslâm’ı yazıyor. Hindistan Endülüs oluyordu, hiçbir şey kalmayacaktı; medreselerde, tekkelerimizde bir mâtem havası vardı ama Allah Teâlâ birini vâsıta yapar, kuvvet O’nda kudret O’nda azamet O’nda; o vâsıtayla yolunu açar engelleri kaldırır. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu cihetle fevkalâde büyük bir öneme sâhip. İslâm esâsında en ağır şartlarını yaşıyor Hindistan’da ve Ekber Şah bu ifsâdına devâm ediyor. Vefât edince yerine oğlu Cihangir geliyor. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin irşad faaliyetlerden haberdâr olunca haber gönderir. Delhi’de saray. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Serhind ile arasında bayağı bir mesâfe var. Saraya gitmiştim etrâfını gördüm, büyük hendekler kazmışlar istilâ ve kuşatmalara karşı koruyabilmek için. İmâm-ı Rabbânî 5 tâne talebe ile yola çıkıyor. Delhi’ye gelir. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hükümdâra ihtiram secdesini yapması için Hanefî fukahâsından birini yanına gönderir. Onların elinde belli metinler, risâleler var, “bu câizdir cevâzı var. Bu hükümdar babası gibi değil İslâm’a muhabbeti var eğer secde yaparsanız bu muhabbeti artırabiliriz” diyorlar ve İmâm-ı Rabbânî içeri giriyor. Secde et diyorlar hükümdârın önünde eğil. Eğilmiyor tabi. O zaman hükümdar devreye giriyor. Diyor ki “biz dîn-i mübîn-i İslâm’ı babalarımızın, atalarımızın örfüne âdetine göre değil Muhammed-i Arabî (sav)’in sünnetine göre yaşarız. Bu hayâtı yaşamak için varız. Ma secedtu li gayrillâhi gattün esveli gayri ebeden. Urduca nasıl demiştir onu bilmiyoruz ama İmâm-ı Ebu’l Hasen en-Nedvi Hazretleri ibâreyi böyle almış. Şimdiye kadar bu baş kimsenin önünde eğilmedi bundan sonra da eğilmeyecek. Yâni tasavvuf nedir? Bugün esâsında 4 alanda kriz yaşıyoruz kardeşlerim: Bir, Kur’ân-ı Hakîm’i anlamada kriz yaşıyoruz. İki, sünneti seniyyeyi anlamada. Üç, mezhepler noktasında kriz yaşıyoruz. Dört, tasavvuf noktasında kriz yaşıyoruz. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri esâsında bu dört ana damarda bir ba’sul ba’del mevte ümmeti dâvet ediyor. İçeriden bir tenkit var, eğer bu tenkiti siz içeriden yapmazsanız yâni ıslâhı, mülâhazaları, mütâlaaları, bunlar olmazsa bir anda çökersiniz. Mevlânâ Hazretleri: Bir adamın evi vardı, evde yarıklar var, her yarığa çamurları tıkıyor tıkıyor. Aradan epey zaman geçiyor. Ev adamın üzerine düşüyor, altında kalıyor. Ev diyor ki adama: Sürekli ağzımı açıyordum, çöküyorum gidiyorum diyordum ama sen ağzımı tıkıyordun konuşturmadın beni sonunda bu oldu. Yâni bizim medresemiz, tekkemiz, mehzeplerimiz, fıkıh anlayışımız, tefsir anlayışımız nasıl olması gerekir? İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hem hariçte bir mücâdelesi var ama hem içeride bir mücâdelesi var. Ebu Dâvûd’un rivâyetinde Efendimiz (as): İnnallâhe yeb’asu li hâzihi’l ümme alâ ra’si külli mieti senetin men yüceddidü leha dînehâ (her yüzyılın başında bir müceddid gönderiyor). Kardeşlerim müceddid içeriden yenilemeyi yapıyor, dışarıdan değil. Mustağrib dışarıdan alıyor, dışarıya hayran dışarıya âşık ama müceddid içeriden. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ruh köküne mânâ köküne dönüyorsunuz oradan alıyorsunuz. Yâni Allah Resûlu (as) yeni bir dünyâ kurarken batıya, Roma’nın hukuk fakültelerine adam göndermedi. Ebu Bekir Efendimiz’i, Ömer, Ali, Osman (ranhüma)’yı. “Hadi gidin orada hukuk fakültesinde okuyun sizi vâli olarak atayayım” demedi Peygamber (as). Hani Üstad diyor ya sâdece İslâm yalnız İslâm; ya hep İslâm ya hiç İslâm. Yâni İslâm hep’e tâliptir. Hep’in olmadığı yerde hiç’e tâliptir. Başka bir anlayışın düşüncenin yedek parçası olmaz. Türk İslâm, Arap İslâm, Kürt İslâm olmaz. Yâni biraz İslâm, light İslâm olmaz, İslâm İslâm’dır ve onun üzerinde şahsî tasarruf haklarımız yoktur. Tabii İmâm-ı Rabbânî Hazretleri orada bu direnişi gösterince hapse atıyorlar, Govalyar kalesine koyuyorlar. Govalyar kalesi en âdî, bayağı suçları işleyenlerin konulduğu bir zindan, oraya koyuyorlar. Arnold Toynbee batılı târihçi diyor ki: Orada en âdî suçları işleyenler vardı, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini orası etkisiz hâle getirecekti ama bir zaman sonra oraya girdiler, baktılar ki etrâfında sarıklı talebeler namaz kılıyorlar, o imam olmuş orada bir ihtidâ hareketi var. Yâni şunu söylüyor esâsında İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, her yerde Müslümanız, zindanda da Müslümanız, medresede de, tekkede de, sokakta da, sarayda da. Allah ve Resûl buyrukları nerede neyi nasıl yapmayı emrediyorsa öyle olmalıyız; yâni üniversitede, okulda, imam hatipte, fakültede Allah ve Resûl buyruğunu tekkede nasıl yaşıyorsak orada da yaşama mecburiyetimiz var. Ya Sâhibe-i sicni Erbâbu müteferrikûne hayru’n emillâhu vâhidul kahhâr. Yâni Yûsuf (as)’ı bize Kur’ân-ı Hakim o boyutuyla da anlatıyor. Zindanda arkadaşlarını toplamış, putlara tapanlar var; orada tevhîdi anlatan, kahhâr olan Allah Azze ve Celle’yi anlatan bir Yûsuf( as) var. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de Kur’ân-ı Hakîm’i kıssaları masal niyetine okumuyor. Kıssaları hayâtımıza nasıl taşıyabiliriz o bâbda okumuşlar ve zindanda Yûsuf (as) İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin mürebbîsi. Bir yıl orada Govalyar kalesinde kalıyor. Çıkaralım diyorlar, çıkarıyorlar. Fakat Ebu’l Hasen en-Nedvi diyor ki oradan yazdığı mektuplar Bangladeş’ten Afganistan’a kadar, ağaçların altında, câmilerde, tekkelerde insanlar yüzler, binler toplanıyorlar, İmâm-ı Rabbânî’den mektup geldi diyorlar onu okuyorlar. Birinde diyor ki: Elhamdülillâhillezî razagani bi’s-sicni, yâni beni bu cezâ ile belâ ile rızıklandıran Allâh’a hamd olsun. Yâni tıpkı Hazreti Ya’kûb (as) gibi gâle innemâ eşku bessi ve hüzni ilallâh. Derdinizi seviyorsunuz, Allah Teâlâ’dan gelen her şey başım gözüm üstüne diyorsunuz. O mektuplar tekkeye bir damar bir heyecan veriyor, medreseye veriyor. Yâni o kadar büyük bir coğrafya ki Bangladeş ve Afganistan. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin birinci irşad halkası. İkinci irşad halkası, ikinci damar ise Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî Hazretleriyle müceddidi Hâlidiyye evrilecek ve o damarla Osmanlıya bir hayat verecek. İçeriden çıkarıyorlar, karargâha alıyorlar, üç yıl karargâhta kalıyor. Hükümdar Cihangir bakıyor ki, binbaşı hâle bakıyor ihtidâ ediyor, yüzbaşı, albay vesâire karargâhı kaybediyor. Kendi de İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hâlini izliyor. Bir sükût sohbeti olur tekkelerde, duruş sohbeti; bir de bizim gibi konuşan olur ama hâl dili hep o kâl dilinden daha efdal. Efendimizi görüyor ya bir bedevî, gelip bakıyor diyor: mâ hüve bi-vechi kezzâbîn, bu yalancının yüzü olamaz söyle bana hangi hakîkate dâvet ediyorsun? Tabi ehlullahda o hâl dili var, o hâl diliyle İmâm-ı Rabbânî Hazretleri hakîkati anlatıyor. Sonunda Cihangir de geliyor, o da İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine talebe oluyorlar. ‘Ne istiyorsun?’ diyor, o da ‘Buradan çıkayım’ diyor. Müsaade ediyorlar ayrılıyor, Delhi’den Serhend’e dönüyor, 9 ay kadar bir zaman yaşıyor Serhend’de. Kendi uzleti var sürekli ağlıyor. Talebeleri diyor ‘hocam neden ağlıyorsun?’ ‘Hubbul-likaa’ diyor, Allâh’a ulaşma arzusu. ‘Peki’ diyor ‘hocam biz bir kusur mu yaptık yâni bizden ayrılmak size neden bu kadar haz veriyor?’ ‘Allâhu ehabbu ileyye minküm, Allah her şeyden daha sevgili’ diyor. Her şeyi sadaka olarak veriyor. İki sıtması var, Efendimiz (as) da sıtmayla ayrılmışlardı. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de 63 yaşında. Hanımına diyor ki: ‘En helâl mal senin mehrin. Mehrin benim kefenim olsa.’ İşte bir kuşluk vakti 63 yaşında Safer ayının 25’i İmâm-ı Rabbânî Hazretleri rûhunu Allah Azze ve Celle’ye teslim ediyorlar. Ebu’l Hasen en-Nedvi Hindistan’a gidince -oradaki ulemâya da sormuştum- İmâm-ı Rabbânî Hazretleri deyince ne söylersiniz? diye. Dediler ki: 600 milyon insanın yüreğine İslâmı yazan adam deriz. Türkistan’ın İmâm-ı Rabbânî’si, Allah Teâlâ tabii takdir hep O’na âit, gönderseydi Türkî Cumhuriyetler, Buhârîleri, Serasi, Pezdevileri, Busileri çıkaran Türkistan coğrafyası böyle olmayacaktı. İşte bir Endülüs tecrübemiz var, Hindistan onu yaşıyordu. Ama orada bir kahraman vardı işte. O kahraman yol verdi. Peki ne yaptı İmâm-ı Rabbânî Hazretleri? Li tuhrice’n-Nâsi min’ezzulumâti il’en-Nûr. Şimdi, Li tuhrice, Efendimiz (as)’ı muhatap alıyor, sen diyor. Yâni kumandan Peygamber(as) olacak, merkezde Allah Resûlu (as) olacak. Sen çıkaracaksın min’ezzulumati yâni cemii olarak getiriyor, bütün zamanların ideolojilerinden, bütün fetretlerden bu ümmeti kurtarmada kumandan sen olacaksın. Kumandan Peygamber (avs). İmâm-ı Rabbânî Hazretleri: ‘Allah Resûlu (as)’ın sünnetine dönüyoruz; Efendimiz (as)’ın sahih sünnetine.’ Tekkeyi ıslâha dâvet ediyor. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Resâili ya da bizde daha çok mektûbât diye meşhur, üçe ayırmak mümkün. Üçte birini tekkeye yazıyor, üçte birini medreseye yazıyor, üçte birini umerâ ve halka yazıyor. Medreseye yâni bu okuttuğunuz kitapları neden okutuyorsunuz? Yâni o yoldan gelen daha sonra gelen Şah Veliyyullâhi Dihlevi Hazretleri diyor ki, yâni bu mantık kitaplarını bu kadar okutmak haram diyor. Talebe yüz yıl yaşarsa hiç ihtiyâcı olmayacak metinler okunuyor. Şimdi biz medresede Şerl akâid bir, iki okuduk ve sonra baş tarafında İmâm-ı Taftazani (rahmetullâhi aleyh) kendi yaşadığı zamanda felsefî anlayışlarla nasıl mücâdele edilir onun usûlünü gösteriyor, yâni böyle yapacaksın diyor, bunu böyle karşına alıp onunla hesaplaşacaksın. Peki ama bugün bir sürü akım var, yâni bugün işte hermonotik anlayış var, târihsel anlayış var, modernist postmodernist uygulamalar var. Peki burada nerede durmamız lazım, şerl akâidi aynı şekil ve sûrette bugün medrese okutursa hayâtın içinde merkezinde duramaz. Onun için İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ve o yol. Medreseye yazdığı mektuplarda diyor ki ‘maslahata bakacaksınız’. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Bağdat’ta fetvâsı var, Mısır’da fetvâsı var. İnsanların konumunu durumunu dikkate alarak fetvâları ona göre değiştirmiyor esâsında, ama insana bakmak zorundayız. Meselâ Salâtü’l leyli mesnâ mesnâ, gece namazı ikişer rekat kılınır, iki ikidir. İmâm-ı Şâfii Hazretleri mutlaka öyle kılınacak diyor, mesele olarak alıyor. Peki Ebu Hanife Hazretleri? O maslahat olarak alıyor. Neden maslahat olarak alıyor çünkü Yâ eyyühe’l-müzzemmil gumu’l-leyli illa galîlâ, işte inne Rabbuke ya’lemu enneke teguumu ennâ sülüsül-leyli ve nısfehu sülüsehu ve dâifetün mine’l-lezine meak, yâni gecenin üçte ikisinde daha azında namaz kılan bir peygamber var. Sahabe gece boyu namaz kılıyor, eğer siz o namazları diyor Ebu Hanife Hazretleri dört rekat kılarsanız ona ayak dayanmaz, ikişer rekat kılın oturun selâm verin. Efendimiz (as)’ın bu hadîsini biz maslahat bağlamında anlarız. Yâni Peygamber(as) iki kılmak gece boyu namaz kılan için daha uygundur, salâtü’l-leyli mesnâ mesnâ. Peki neden böyle diyorlar Ebu Hanife Hazretlerine? Diyor ki yatsı namazı dört rekat farzı, farz mı daha efdal sünnet mi? Farz daha efdal olduğuna göre efdaliyet iki kılmakta olmaz, iki kılmak maslahat itibâriyle. Eğer iki kılmak daha efdal olsaydı yatsının farzını da iki kılmamız gerekiyor, fakat İmâm-ı Şâfiii başka bir nazardan bakıyor. O halde ikisi de muhataplarına bakıyor. Yâni siz ve öğrencileriniz gecenin yarılarına kadar namaz kılıyorsa, onların ayaklarını görüyorsanız o zaman salâtü’l-leyli mesnâ mesnâ diyorsunuz, bu bize bir meseleyi anlatmaz maslahatı anlatır dersiniz. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de işte ‘fukahâmızın bu nazarını yeniden medresede hâkim kılalım hayat verelim’ diyor fakat ulemâya öğrencilerine tenbihâtı “saraya girmeyeceksiniz, müsteşar bile olmayacaksınız, dışarıdan müdahele edeceksiniz. Adam yetiştireceksiniz ama adam yerleştirme kavganız olmayacak.” Yâni bugün bir kriz yaşıyoruz, neden yaşıyoruz? Bizim mürşidlerimiz, mürebbîler hep adam yetiştirdiler. Ama adam yerleştirme kavgasında olmadılar. Bâzen çoğunu bile tanımadılar. Onlar girdiler millete ümmete oralarda hizmet ettiler. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden gelen, o bir Hâlidî oluştur, Hâlidî duruş hâlidir. İmâm-ı Rabbânî’nin medreseye çağrısı var, maslahat neyse onu okuyalım. Tekke ve Medrese özelinde, medreseye daha fazla önem veriyor. Sadaka geliyor; diyor ki, yâni bunları şu tekkedeki murîdâna vermek istedim onların daha çok ihtiyâcı var ama bunları alın medreseye götürün. Her ne kadar o hidâye okuyanlar ilmin vermiş olduğu o halle boğazlarına kadar enâniyete mahkûm olmuş olsalar da yine ümmeti onlar kurtaracaklar. Yâni İslâm devletinin omurgasını Kur’ân ve sünnete göre onlar teşkîl edecekler, oraya gönderiyor. Ama kendisi tekkede duruyor, oraya gönderiyor. Tekkeye mektupları var İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin, tekkeye şerîat ayarı veriyor. Ne kadar hurâfeler var, Efendimiz (sav)’in muazzez yoluna uymayan ne kadar hurâfe varsa onlardan kurtulmaya tekkeyi dâvet ediyor. Mektubatın üçte biri tekkeye yazılmış kardeşlerim, üçte birini oraya yazmış yâni pek çok alanda işte Kâdirîlikte Nakşibendîlikte icâzeti olan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin. Yâni iç eğitimi. Biz şimdi şöyle bir şey diyebilir miyiz? Efendim yâni bizim tekkemiz var ama biz orada usûlü tekkeden mi alacağız yoksa fukahâdan mı alacağız? Bir gün çok hasta oluyor yine mihrâba geçiyor. Diyorlar ki “efendim yâni bu halde nasıl kıyamda duracaksınız?” “Aklıma şu geliyor” diyor: “Lâ salâte illâ bi fâtihati’l kitâb. Farklı rivâyetleri var, fâtiha olmadan namaz olmaz. Şimdi bu hadîse bakıyorum İmâm-ı Şâfiii Hazretleri bunu böyle anlamış, ben de arkada durursam bu hadis önümde duruyor. Fakat öte tarafta, ve izâ gur’el gur’ânu festemiû leh, bu âyet-i kerîmeye bakıyorum, bu âyetten hareketle Ebu Hanife şu hadîsi almış, kırâetül imâm-i kırâetül me’mûmi, yâni imâmın okuması aynı zamanda cemaatin de okumasıdır. Yâni arkada kalırsam acaba o hadîse muhalefet eder miyim diye onun için hepsiyle amel edeyim öne geçeyim.” Peki şimdi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri velâyette, biz bilmeyiz Allah Teâlâ bilir herkesin makâmını ama hüsnü zannımız var ondan sonra gelenler hep onu bu yolun kumandanı olarak görmüşler İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini. Peki o halde bile Ebu Hanife Hazretlerinin içtihatları diyor, bu içtihatla amel ediyor. Yâni şunu söylemiyor, benim tekkemde olan her şey doğrudur demiyor İmâm-ı Rabbânî Hazretleri. Esâsında bununla Efendimiz (sav)’in üç vazîfesine işâret ediyor kardeşlerim. Allah Resûlu (as) devlet başkanı, Allah Resûlu (as) mübelliğ, şerîatı tebliğ ediyor, Efendimiz (sav) bir de tezkiye ediyor. Yâ eyyühe’r-Rasûlü belliğ mâ ünzile ileyke min Rabbik, bir tebliğ ediyo alıyor tebliğ ediyor. Bugün kim yapıyor? Ulemâ, hocalarımız, müfessirler, fakihler işte hadisçiler bunu yapıyor. Efendimiz (as)’ın, Yâ eyyühe’n-nebiyyü câhidül küffâra ve’l münâfikine varrud aleyhim cihâd. Cihad nasıl olur? Devletin idâresinde olur. Yâni bu ümmet bütün krizlerden kardeşlerim devletle çıkmıştır. Selçuklu bir devletti, velioğulları vardı, Fatımîler vardı, Tuğrul Bey geldi Bağdat kurtuldu halîfe kurtuldu. Osmanlı bir devletti, devletle bu ümmet yeniden ayağa kalktı. Şimdi bir sürü cihad hareketleri var. Bu ümmeti bir felâketin içine çekiyorlar. Türkiye’den gençleri Suriye’ye çağırıyorlar orayı bir tekfir okulu olarak kullanmak istiyorlar. Ve oradan gelenler işte ehli sünnet anlayışına Maturidilik, Eşarilik, Tasavvuf vesâire bir hurâfe anlayış olarak bakıyorlar. Suriye İslâm Meclisi Başkanı Sami Rifai hoca, açıklamaları var tabii parantez arası giriyorum çok ama hocalarımın müsaadesiyle, diyor ki: “Biz adam istemiyoruz sizden, buraya gelenler ya o gruba ya o gruba girecek bizi tekfir edecek sonra birbirlerini öldürecekler. Yâni duânız bir de maddî anlamda yardımınız varsa Suriye sizden bunu ister.” Şimdi tabii bir devletle biz ayağa kalabiliriz, devlet olacak. İnşâallah bu devlet güçlenecek, ümmetin karargâhı olacak, sizler bu devletin içinde olacaksınız, ümmet bir devletle yeniden kurtulacak Allâh’ın inâyetiyle. Yâni Âlem-i İslâm’ı bu devlet kurtaracak. Bu hep böyle olmuştur. Yâni bir kumandan olmalı. Efendimiz (as)’a baktığınızda onu görüyorsunuz. Bir tebliğ var, bir cihad komutanı, devlet başkanı. Üçüncü vazîfe de, vellezî bease fi’l ümmiyyîne Rasûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yüzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe ve’l hikmete, tezkiye var. Yâni Meşâyih-i Kirâmın tekkelerde yapmış olduğu vazîfe. Ve İmâm-ı Rabbânî Hazretleri esâsında hem büyük bir âlim. 18 yaşında bütün ilimlerden icâzet alıyor, reddiyeler yazmış ama tezkiyeyle meşgûl olduğundan dolayı ilim bâbında fukahâya ittibâ ediyor. Onların görüşlerini alıyor onlara soruyor. Her gittiği yerde yanında Hidâye var kardeşlerim, İmâm-ı Mervinâni Hazretlerinin Hidayesi, Hânefi mezhebinin general kitabı. Hani innel hidâyete kel-gurani gat nesehat ma sumnife gableha diye öyle bir şiir var. Yâni Kur’ân’ı Kerim gibidir derken şunu söylüyor: Nasıl Kur’ân’ı Hakîm kendinden önceki kitapları nesh ettiyse Hidaye de kendinden önceki fıkıh kitaplarını -yanlış anlaşılmasın, fıkıh kitaplarını- bir anlamda nesh ediyor diyor. Büyük büyük âlimler allâmeler hep ellerinde Hidayeyle dolaştılar. O hâlde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şunu söylüyor, diyor ki “evet ben tekkedeyim burada talebelerim var, öğrencilerim var ama nereye gidersem gideyim Hidaye benim yanımda. Yâni bana soru soruyorlar, işte buna bakıyorum.” Ne diyor İmâm-ı Mervinani Hazretleri? Üçüncüsü de kardeşlerim devlete yazıyor mektuplarını, medreseye yazıyor, tekkeye yazıyor ve devlete yazıyor, devlet başkanlarına yazıyor, onları ıslâha dâvet ediyor. O mektupların bir kısmından dolayıdır ki İmâm-ı Rabbânî Hazretleri uzun yıllar hapis hayâtı yaşadılar ama geride bir anlayış bıraktılar, bir ruh bıraktılar. O ruh Hindistan coğrafyasını yeniden ayağa kaldırdı. Şimdi sünnet-i seniyyeye ittibâsıyla alâkalı iki tâne örnek vereyim ricalül fikrî ve’d-da’ve’de var, bir gün talebelerine diyor ki bana karanfil getirin. Altı tâne getiriyorlar. Bakıyor altı tâne, diyor ki: İnnallâhe vitrun yuhibbul vitra, Allah tektir teki sever, neden altı getirdiniz diyor yedi tâne değil diye. Şimdi basit görebiliriz; şu suyu ben size veriyorum sol elimle veriyorum size, dalgınlığıma geldi elimde kitap var, hemen aklıma geliyor Efendimiz (sav)‘in uyarısı, sağ elime alıyorum sağ elimle veriyorum. Bu bana şunu söylüyor; oturuşuna kalkışmana, kalkmana, yürümene, gitmene gelmene, aşkına, vecdine, diline, diyalektiğine her şeyine İslâm hâkim. Her yerde İslâm her zaman İslâm. Yatarken bile İslâm’ın sana söyleyeceği var, kalkarken söyleyeceği var, helâya girerken söyleyeceği var, çıkarken söyleyeceği var. Her yerde ve her zaman İslâm. Hani geliyor Abdullah b. Selâm Efendimiz(as)’a. “Cumartesi kutsaldı, o gün biz yine ibâdet etsek Yâ Resûlallah dediğinde: Yâ eyyühellezîne âmenu’d-hulu fi’s-silmi kaaffeh. Ya hep İslâm ya hiç İslâm. Eğer Cuma varsa bundan sonra cumartesi olmaz. Bu din kendi dünyâsını kendisi kurar. Bütün sistemleri karşısına alır onları öz / posa ayrımına tutar, posaya dâir neler varsa onları bırakır atar dışarıya, özü alır öz üzerine kendi dünyâsını kurar. Hep o dirilişlerimiz öyle oldu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri tabii hal dili ile etrâfına sünneti seniyyenin önemini anlatıyor. Peki şimdi ben 6 tâne 5 tâne alsam ne olur fukahâmız işte Efendimiz (sav) sünnetini farklı kısımlara ayırıyorlar: Müekked sünnet, onun bir aşağısında gayri müekked sünnet, onun bir aşağısına gelirsin müstehab dersin bir aşağısına gelirsin fazîlet dersin fakat İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bunun bütün o merhalelerinde yer alana ittibâ ediyor. Yâni zevâid olan sünnete ittibâ etmese bundan dolayı bir günâhı olmaz ki şimdi, Efendimiz öyle oturdu öyle kalktı diye; fakat bir futbolcuyu düşünün, gidiyor antrenöre bakıyor nasıl topa vurdu nasıl koştu ondan alıyor. Lekad kâne lekum fî Resûlillâhi usvetun hasenetun limen kâne yercullâh. Allâh’a ulaşma aşk ve heyecânı olanlarda Peygamber (as)’a dâir bir usveyi hasene var. Usveyi hasene göze hitâb eder; yâni baktığınız zaman Peygamber (sav) sizin dünyânızda canlanacak. Gâlemu enne fîkum Rasûlallah, sanki Peygamber (as) sizin içinizde, dünyânızda. Onunla bir dünyâ yaşıyorsunuz. Onun için tahiyyâtı değişmemişler, essalâmu aleyke eyyuhennebiyyu. Aleyhi demiyoruz onun üzerine gâib zamir kullanmıyoruz da aleyke yâni rûhumuzun Efendimiz (sav)’le, onun sünnetiyle bir birlikteliği olacak. Neden? Li tuhricen nâs. Çünkü Allah Teâlâ fiil-i muzari ile Allah Resûlü (as)’ı muhâtab alıyor, sen çıkaracaksın, minez zulumâti bütün ideojilerde. Bu ümmet ne zaman fetrete düştüyse kumandan sen olacaksın. O halde sünnet-i seniyye merkezde olmalı. Peki siz bunu tanrısal din diye bir haya, başta bahsetmiştim her tarafı yakıp yıkıyor. Böyle bi anda meydan yerindesiniz, Allah Resûlü (as)’a bütün varlığımızla mevcûdiyetimizle, tekkemiz medresemiz devletimiz neyimiz varsa hepsiyle ittibâ ediyoruz diyorsunuz ancak o şekilde bu kelepçeleri zincirleri kırabiliriz. Getiriyorlar 6 tâne karanfil, hadîsi okuyor gidiyor 7 tâne getiriyor. Şimdi yemek duâsı yapıyoruz, yemek duâsından sonra Fâtiha okuyoruz. Buhârî’de birçok rivâyet var hiçbirinde Fâtiha yok. Diyor ki İmâm-ı Rabbânî Hazretleri “Allah Resûlü (as) Fâtiha okumadıysa biz nasıl okuruz ki? O zaman “bunu siz eksik yapmışsınız yâ Resûlallâh, biz ikmâl ediyoruz” olur. Şimdi ben bunu söylediğim zaman bâzı büyük hocalarım haber gönderiyor neden böyle diyorsun diye. Ebu’l Hasen en-Nedvi’nin kitâbında var; ben de o zamâna kadar Buhârî’den ezberlediğimiz yemek duâları var onlardan yapardım ama hani görüyoruz çevremizde hocalarımızdan alıyoruz dikkat etmemiştim, Fâtiha diyordum. Yâni zaman zaman yine dediğimiz ortamlar oluyor. Her zaman bu bahisleri açmak mümkün değil. Efendimiz demediyse diyemeyiz diyor. Bizim burada diyor İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, biri vefât ettiği zaman eğer âlimse onun kefenini 4 parça yaparlar izar, kamis, ifave bir de başına sarık koyarlar. Peki diyor Efendimiz (as) koymuş muydu? Koymadı. Eğer biz bunu koyarsak o zaman Allah Resûlü (as)’a, “siz bunu eksik yaptınız ya Resûlallah biz ikmâl ediyoruz”, o anlama gelir. Onun için İmâm-ı Rabbânî bid’at mektubunda, bid’atın hasenesi olmaz. Mâdem ki her bid’at bir sünneti ortadan kaldırıyor sünneti ortadan kaldıran bir ameliyenin hasenesi olmaz. Ama bakıyorsunuz İz bin Abdusselâm gibi Karafi gibi makâsıdı öne çıkaran bizim büyük âlimlerimiz, meselâ furukta işte bunu söylüyor yâni kavâidde bunu söylüyor onlar o büyük âlimler.. Bid’atı beşe ayırıyorlar; vâcip olan bid’at var, müstehab olan var, sünnet olan var, farz olan var, haram olan var, mekruh olan bid’at var, 5 kısıma ayırıyorlar. Peki İmâm-ı Rabbânî’nin söylediğini kim söylüyor? İmâm-ı Şâtıbi söylüyor. el-İğtisâmı başlayıp bitiremediği bir kitap, bid’atı anlatıyor; makâsıdı o muvâfakâtında bize bir cüzde anlatan, 4 cüzün bir cüzünde bize makâsıd-ı şerîayı en güzel en derinlikli anlatan İmâm-ı Şâtibi (rha), o da diyor ki ‘bid’atın hasenesi olmaz’. Yâni şimdi Efendimiz yüksek yerde Bilâl-i Habeşî’ye ezan okutmuştu, minâre, o bid’at değil o onu geliştirmek yâni bid’atı hasene demiyoruz dolayısıyla o olmaz. Şimdi siz bir tekke inşâ ediyorsunuz, medrese ve onunla yeniden yürekleri Allah resûlu (as)’ın sünnetine bağlıyorsunuz. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri nokta kadar Peygamber (sav)’ın sünneti seniyyesine muhalefete müsaade etmiyor. Öyle bir ittibâ var ki, bir gün defihâcet için giriyor, mektub yazıyor giriyor parmağında mürekkep var mürekkep orada kalmış, dışarıya çıkıyor mürekkebi yıkıyor tekrar içeriye giriyor. Yâni o mürekkeple siz ulûm-u İslâmiyye’ye dâir bahis yazıyordunuz, o oralara karışmasın diye dışarıya çıkar. Peki geride ne bıraktı İmâm-ı Rabbânî Hazretleri? 2 açıdan bakmak lâzım: Bir Şah Veliyyullah damarı var Hindistan’da bugün. Şah Veliyyullah Hazretlerini daha çok bilirler; biz de eserleriyle bildiğimiz hikmeti yeniden hayâtımıza sokan adam Şah Veliyyullâhı Dehlevi hazretleri. Makâsıdı yeniden fıkhın içine, tefsirin içine koyan adam Şah Veliyyullah. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin sünnet vurgusu orada derinlikli hadis çalışmalarını getiriyor. Şah Veliyyullah bir damar açıyor, o damardan şu kadar zaman sonra İngilizler geliyorlar Hindistan’ı işgâl ediyorlar 1857-58’de büyük bir savaş oluyor. Müslümanlar önce kazanıyorlardı sonra tefrika ve kaybediyorlar, çok sayıda âlim şehîd oluyor. Kasım Nâmıtevi Hazretleri Diyobend köyüne çekiliyor. İnşâallah gidince Allah Teâlâ nasip eder görürsünüz. Diyobend köyüne çekiliyor orada ders okutmaya başlıyor. Ulemânın çoğu şehit olduktan sonra orada bir köy, nar ağacının altında ders okutmaya başlıyor. Şimdi Diyobend’in yüzlerce üniversitesi var, devlete bağlı değil. Hindistan coğrafyasında yâni dünyânın en büyük âlimleri görebildiğim kadarıyla oradalar. Bize, 6 ay kadar oldu, Sait Palampuri geldi. Selman En Nedvi işte Katar’dan başka bir âlim, hadis okuması yaptık 6-7 gün. Sait Palapuri, ben öyle birisi şimdiye kadar görmedim. Suriyeli hocalar vardı bizim ders halkasında onu dinlemeye geldiler. Bir defa on hadis mecmuasını okutmuş. Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvûd, Nesai, bunlar gözünün önünde; ne soruyorsanız hadisten delilini getiriyor ve 4 mezhepten delilini getiriyor. Şimdi âlem-i İslâm’da bir selefî moda var, tamâmen her tarafı yakıp yıkıyor âlem-i İslâm’ın her yerinde. Fakat orada böyle bir damar var, söylüyorsunuz İmâm-ı Şâfii neden şöyle dedi; onu meselenin hadîsiyle izah ediyor. Usûl, fıkıh, tefsir bütün ilmî disiplinler arasında muazzam bir irtibat kurmuş. 50’ye yakın eseri var, Diyobend’de yetişmiş Diyobend’de Buhârî okutuyor. Maalesef eserlerinin çoğu Urduca, onları Türkçe’ye tercüme etme imkânımız yok. Bu kardeşlerimizden eğer Diyobend’e okumaya gidenler varsa, Urduca’yı okuyup o eserleri buraya aktarma mecburiyetimiz var. Altı yüz milyon Müslümanın yaşadığı coğrafya ile Anadolu’nun irtibat kurması gerekiyor kardeşlerim. Bu da oradaki o dili öğrenmeniz gerekiyor. Orayı açıyor İmâm-ı Rabbânî Hazretleri. İşte Keşmîr’i, Tahâneviler, Takı Osmânî, Şebbir Osmânîler hep o damardan geliyorlar. Hani Ebu Hanife hazretlerine en fazla yapılan eleştiri: Ebu Hanife hadis bilmezdi. O damar Diyobendi ulemâsından Eşref Ali Tânevi (Tahanevi ama Tânevi diye okuyorlar) diyor ki “evlâdım bir kitap yaz Ebu Hanife hazretlerinin ictihatlarının delilleri”, İ’lâüs-Sünen’i yazıyor 21 cilt. Kitap bitince diyor ki “bin iki yüz yıldır Ebu Hanife’nin bu ümmet üzerinde bir hakkı vardı, onu bir parça ödemiş oldu.” Peki Ebu Hanife (rha) ne yaptı? Seksen üç bin mesele çözdü, Kerderi Menâkıbinde diyor. Seksen üç bin mesele çözüyor, sürekli hükümler veriyor dolayısıyla her meselenin hadîsini zikredemedi. Talebeleri İmâm Muhammed Zâhidül Vâhid kitaplarını yazıyorlardı. Ama hepsini kayda alamadılar. Nasbulrâye vardı ama çok hacimli değildi, Hidâye üzerindeydi ve bu yazıldı. Efendim Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesai üzerine şerhler; biz Müslim şerhini okutuyoruz İfam’da. Fethul Mühim Şebbir Osmani başladı sonra Takı Osmani bitirdi Diyobend ulemâsından. Programımızda Diyobend ulemâsının çok sayıda eserleri var onları okutuyoruz. Yâni dünyânın en güçlü ilim merkezi orada. 100’ün üzerinde câmiâları var. Talebeler yerde yatıyorlar otobüslerin üzerindeler ama Buhârî, Müslim, Tirmizî, yâni onlar böyle sanki ellerinin altındaki bir kitap gibi her tarafından haberleri var. İmâm-ı Rabbânî ‘sünnete dönüyoruz’ dedi, insanları oraya dâvet etti; Allah Teâlâ Diyobend damarını ihsân etti. Ve devlet noktasındaki uyarıları, devleti ıslâh çalışmaları, orada da İmâm-ı Rabbânî -Ekber Şah vardı, Cihangir geldi o hidâyete erdi sonrasında Şah Cihan onun oğlu Alemgir. Sultan Alemgir İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin oğlu İmâm-ı Mâsum’un talebesi oldu. Öyle bir adam ki Fetavayı Hindi’yi o yazdırdı. Ulemâyı toplatır der ki “Bangladeş’ten Afganistan’a kadar bir devlet, şerîatla bunu idâre edelim. Herkesin elinde bir kitap olsun o halde bir fetvâ kitabı yazın” der. Ulemâ toplanır onu yazar, Fetavâyı Hindiye, ona nisbetle de Fetavâyı Alemgirîye denir. Hâfızdır, hatimle terâvih kıldırır. Cuma hutbelerini o okur, Hindistan’da onunla büyük bir hidâyet çalışması başladı. İşte Allah Teâlâ eğer iç disiplinde bir yenileme olursa ardından böyle bir ihsanda bulunuyor. O Hindistan. Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî bu coğrafyaya gelir, Şam’dadır. Harusi İbni Abidin onun mürîdânıdır. Osmanlı buradan mektup gönderir der ki orada birisi var; sufiyyun muşrikun em mutemessikum bişşerîatil İslâmiyye? Yâni bu adam müşrik midir yoksa şerîata bağlı birisi midir? İbni Âbidin 20 küsür yaşında müfettiş olarak onu görevlendirirler, tekkesine gider Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin. Rapor yazıp İstanbul’a gönderecek. Raporu yazar başlığı: Sellul husâmil Hindî Nusretı Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî. Yâni kılıcı çeker onu müdâfaa etmek için. O Resâilinde bu mektup var. Ama bu işte bâzı kardeşlerimiz selefiler bunu çıkarmışlardı, şimdi yeni baskılarında bu da var. Peki ne yaptı Mevlânâ Hâlid? İşte İbn Abidin, Alusi ve Osmanlı devleti. İran hükümdarı bir kasaba hediye eder Mevlânâ Hâlid’e. Der ki “alamam, bu ümmetin sâhibi Osmanlı’dır. Osmanlı gücenir” der. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin bir tarafı Kürttür, o Kürt bölgeleri kuzey Irak bölgeleri her yerde isyanlar var ama orada isyanlar yok. Osmanlı’ya en sâdık yerlerdi oralar. Neden? Çünkü Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî Hazretlerinin öğrencileri var. İstanbul Bektaşilik vesâire, tekke bütünüyle hurâfeye mahkûm olmuş devletle savaşıyor, şerîatla savaşıyor. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin 200 halîfesi Anadolu’da ve âlem-i İslâm’ın pek çok yerinde, Osmanlı devletinde tekkeyi yeniden ıslâh ettiler. Şerîatla tekkenin münâsebetini yeniden tesis ettiler. Bir anlamda Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî Hazretleri Osmanlı devletinin ömrünü uzattı kardeşlerim. İsyanları önledi ve Anadolu’ya baktığınız zaman işte hocamızın da bağlı olmuş olduğu Es’ad Erbilî Hazretleri, İsmail Ağa’nın bağlı olduğu Ali Haydar Efendi damarı, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin Gümüşhânevi damarı, Üstad Necip Fazıl’ın Abdulhakim Arvâsî hazretleri o damar, işte Menzil bütün baktığınız zaman hep Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî’ye gider. Oradan İmâm-ı Rabbânî’ye gider. Anadolu’daki o ihyâ ve inşâ faaliyetleri İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin “Allah Resûlü aleyhisselâma dönüyoruz ve ayağa kalkıyoruz ey müslümanlar” çağrısı hâlâ bugün yüreklerde mâkes bulmaktadır. Ümmet, târihinin en derin fetret devrinden birini yaşıyor. O halde bu krizi İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin tecrübesini, öğrencilerinin tecrübeleri esas alırsak Allâh’ın inâyetiyle ki Anadolu’da yapılan şu son yüz yıldaki çalışmalara da baktığımız zaman inşâallah bu çözüm ve çâre olacak; Allah Teâlâ o noktada bizlere muvaffakiyetler ihsân eylesin inşâallah. Ben Hocama Hocalarıma sizlere, hepinize hürmet ve muhabbetlerimi arz ediyorum. Allah Teâlâ dünyâda bizi o büyük insanların dâvâlarına vâris, âhirette de şefâatlerine nâil eylesin inşâallah.