HÂRİCÎLİĞİN GÜNÜMÜZE YANSIMALARI / SERVET YALÇIN
Alimler Meclisi
HÂRİCÎLİĞİN GÜNÜMÜZE YANSIMALARI / SERVET YALÇIN
- 2021-01-03 22:24:36
- Yediulya
Abdullah b. Sebe’nin tutuşturduğu ve Hz. Osman’ın şehâdetiyle alevlenen fitne kıvılcımının Ümmet içindeki yangınları durmak dinlenmek bilmeden devâm ediyor. Bu yangınlar Ümmet coğrafyasını asırlardan beri sarmış ve bu Ümmetin îmânında, ibâdetinde, muamelesinde, anlayışında, kardeşliğinde, kültüründe, düşüncesinde, değer yargılarında, cihâd anlayışında vs. ciddi tahrîbatlar meydana getirmiş ve getirmeye devâm etmektedir. Gün geçmiyor ki bu coğrafyanın herhangi bir köşesinden İbni Sebe’nin çocuklarının yerli işbirlikçileriyle başlattıkları bir tahrîbat, kargaşa, fitne, katliam haberiyle irkilmeyelim. Hangisini sayalım ki bütün coğrafya ya iç savaşla, ya kâfirlerin işgâliyle, ya terörle, ya kardeş kavgasıyla kavruluyor. Evlerimiz, sokaklarımız, caddelerimiz, mahallelerimiz, beldelerimiz, şehirlerimiz, ülkelerimiz yanıyor. Âdetâ Sevgili Peygamberimiz’in (sav) asırlar önce haber verdiği manzara aynen gerçekleşiyor: “Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin arasında aktığını görüyorum.” (Buhârî, “Fiten”, 4).
Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği bir hadiste: “Zaman yaklaşacak (zamânın bereketi kalmayacak), ameller azalacak, açgözlülük yayılacak, fitneler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları artacak.” denilmektedir (Buhârî, “İlim”, 24, “Fiten”, 5; İbn Mâce, “Fiten”, 25). Bu hadîsin başka bir rivâyetinde fitneyle ilgili kısım bulunmamaktadır (Buhârî, “Fiten”, 5). Ayrıca Buhârî; zamanla insanlar arasında bilgi ve dindarlık farklarının kalkıp herkesin cehâlette ve dînî konulardaki gevşeklikte birbirine benzemesi, amellerin azalması, fitnenin çoğalması, öldürme olaylarının artması, can güvenliğinin ortadan kalkması gibi olumsuz gelişmelerin vukû bulacağını haber veren hadisleri “Fitnelerin Zuhûru” adını taşıyan babda toplamak sûretiyle fitne kavramının kapsamını dînî, ahlâkî, ilmî ve içtimâî çöküşü içine alacak şekilde geniş tutmuştur (Buhârî, “Fiten”, 5). (DİA)
Ve yine Sevgili Peygamberimiz (sav) bu fitnelerin bizden neler koparıp götüreceğine dikkatlerimizi şöyle çekmiştir: “Karanlık gecenin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler zuhûr etmeden amellere acele edin; (zîrâ o fitneler zuhûr ettiği vakit) kişi mü’min olarak sabahlayacak kâfir olarak akşamlayacak yâhud mü’min olarak akşamlayacak kâfir olarak sabahlayacak, kişi dînini bir dünyâ metâı mukâbilinde satacaktır.”(Müslim, Îmân, 186)(M Eyüpoğlu,Yenidünya Dergisi)
DÎNÎ KONULARDA ANA OMURGADAN (EHLİSÜNNET VEL CEMÂATTEN) AYRILMA FİTNESİ
Bu ümmetin en büyük fitnesi Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasında meydana gelen Sıffîn savaşından sonra ortaya çıkmıştır: Her iki tarafı da protesto edip onlardan ayrılan ve kendi kriterlerine göre yeni bir ekol oluşturan hâricîler. İslâm dünyâsında oluşan tüm aşırı grupların fikir babası sayılan bu oluşumu iyi tanımak gerekir. Çünkü bunlar Kur’ân-ı Kerîm’i kendilerine göre yorumlayarak istismâr etmişlerdir.
Hâricî, “çıkmak, itâatten ayrılıp isyân etmek” anlamındaki hurûc kökünden “ayrılan, isyân eden” mânâsında bir sıfat olan hâric kelimesine nisbet ekinin ilâve edilmesiyle meydana gelmiş bir terim olup topluluk ismi için hâriciyye ve havâric kullanılır. Fırkanın adı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kendilerine karşı isyân ettikleri yöneticilerle fırkanın muhalifleri Havâric ismini “insanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemâatten çıkanlar” anlamında kullanmışlardır. Meselâ Şehristânî’ye göre hâricî, ümmetin ittifâk ettiği meşrû bir halîfeye başkaldıran herhangi bir kimsedir (el-Milel, I, 114). Bu başkaldırı Hulefâ-i Râşidîn’e veya daha sonraki devlet başkanlarına karşı olabilir. Yine muhalifleri tarafından Hâricîler hakkında kullanılmış diğer bir isim de “dinden çıkmış” anlamında mârikadır. Hâricîler’e, aralarında bazı gruplara ayrılmadan önceki dönemde, Sıffîn olayının ardından taraflarca benimsenen hakemlere rızâ göstermeyi reddetmelerinden dolayı muhakkime, Hz. Ali’den ayrıldıktan sonra ilk toplandıkları yer olan Harûrâ’ya nisbetle Harûriyye ve buradaki reisleri Abdullah b. Vehb er-Râsibî’ye izâfeten Vehbiyye adları da verilmiştir.
Kendileri ise Havâric ismini, “kâfirlerin arasından çıkarak Allâh’a ve peygamberine hicret edenler” (krş. en-Nisâ 4/100), “kâfirlerle her türlü bağı koparanlar” anlamında kullanırlar. Hâricîler’in beğendikleri ve kendilerini ifâde için kullandıkları başka bir isim de “Allah yolunda savaşıp O’nun rızâsı için canlarını ve mallarını satan ve Allâh’ın da bunları cennete karşılık satın aldığı kimseler” anlamındaki (krş. et-Tevbe 9/111) şurâttır.
İNANÇLARI VE DÜŞÜNCELERİ
Akîde ve amelden oluşan dînin emirlerini yerine getirmeyen ve yasaklarından kaçınmayan kimseler Hâricîler’e göre kâfir kabûl edilir. Öyle anlaşılıyor ki Hâricîler, kabîle zihniyetinin tesiriyle İslâm’ın getirdiği ferdî sorumluluğu anlayamamış ve günahla küfür arasındaki farkı tesbit edememiştir. Hâricîler’ce îmanla İslâm ayrılmaz bir bütün olarak eş anlamda kullanılmış, Ehl-i sünnet’in aksine amellerin ihmâl edilmesinden dolayı îmandan çıkılacağı görüşü benimsenmiştir. Aslında Hâricîler, büyük günah işleyenin îmandan çıkması ve İslâm topluluğunun dışına atılması konusunu doğrudan doğruya “lâ hükme illâ lillâh” ilkesine bağlamaktadırlar. Çünkü onlara göre büyük günah işleyen kişi bu tutumuyla Allâh’ın yasak kıldığı şeyi helâl saydığından mü’min değildir ve cehennemde ebedî kalacaktır. Hattâ bu anlayışı daha da ileri götürerek Hâricî olmayan herkesi düşman ve kâfir kabûl etmişler, buna bağlı olarak kendilerinin dışındaki müslümanların kadınlarını ve çocuklarını da esir almış veya öldürmüşlerdir. (DİA)
a) Îmânı Târifleri:
Ehli Sünnet ile Hâricîlerin tek ortak yanı îmânı târifleridir.
Hâricîler ve Ehli Sünnet îmânı: Kalp ile tasdîk, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel olarak târif ediyorlar. Ancak Hâricîler Mürcie tâifesi gibi mücerret bir kavram olarak ele aldıkları îman onlarda; şûbeleri ve kısımları olmadığı bu üç kısımdan oluşan îmandan herhangi birinin terkinde îmandan tamâmen çıkmış olarak kabûl ediyorlar ve o kişiyi tekfir edip ebedî cehennemlik sayıyorlar. İşte bu noktada Hâricîler ehlisünnet’ten ayrılıyorlar.
Hâricîlere göre küfrün şûbeleri yoktur. Küfür tekdir. Ayrıca onlara göre Rasûller de Günâh-ı Kebâir işlerler.
Ehli Sünnette küfrün şûbeleri vardır. Bir mü’minde küfürden bir şûbe bulunabilir o tekfir edilmez. Hâricîlere göre işte bundan dolayı Kur’ân’ın zâhirine uymayan sünnete iltifât etmezler.
b) Amelle İlgili Görüşleri:
1-Hâricîlerin menşei anlatılırken onların çok ibâdet ettikleri söylenmektedir.
2-Hevâ ve heveslerine uymayan şeyde sünneti delil kabûl etmezler.
3-“Sünneti Kur’ân’a arz ederiz.” sözünü ilk defa Hâricîler demiştir. Onların sünnetten ilk inkâr ettikleri, recm olayıdır.
AHLÂKÎ ÖZELLİKLERİ
1-Hâricîler’in ahlâkî davranışlarının iki ana temeli takvâ ve şecaattir.
2-İbâdetlere devam,
3-Dünyâdan uzaklaşma,
4-Sürekli Kur’ân okuma, özendirici ve sakındırıcı nasslara titizlikle uyma onların en önemli özellikleri olarak görülmektedir.
Abdullah b. Abbas, Hz. Ali tarafından Hâricîler’e gönderildiğinde onların alınlarının çokça secde etmekten dolayı zedelenmiş, secde esnâsında yere temâs eden diz ve dirseklerinin nasır tutmuş olduğunu görmüştü. Kaynaklarda Hâricîler’in zühd ve takvâsıyla ilgili birçok örnek yer almaktadır. İslâm fırkaları içinde cesâret, sıkıntıya tahammül, inancı uğruna fedâkârlık ve mücâdeleden yılmamak gibi erdemlerde Hâricîler başta gelmektedir.
c) Hâricîlerin Siyâsî Düşünceleri:
Hâricîlere göre kendi itikatlarına sâhip olmayan topluluklar câhilî topluluklardır. Kendi emirlerine beyat etmeyen kimseler câhilî kimselerdir. Dolayısıyla bunlar kendilerini Müslüman zannetse de Hâricîlere göre onlar Müslüman değillerdir.
Hâricîler böyle bir toplumdaki yaşayışlarını Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in müşrikler arasındaki yaşayışına benzetiyorlar.
Hâricîler kendilerini Müslüman olmadıkları halde kendilerini Müslüman zannettikleri kâfir ve müşriklerin yanında yaşayan Daru’l-Küfür’de yaşadıklarını zannediyorlar.
Hâl böyle olunca Hâricîler önce içinde yaşadıkları toplumdan teberrî edip onların kâfir olduğunu açıkça ilân ediyorlar.
İkinci olarak; imkân bulduklarında o toplumu terkedip, hicret ediyorlar.
İşte burası onların Ehli Tekfir vel-Hicre olduklarına taalluk ediyor.
HÂRİCÎLER VE DAİŞ
Kur’ân âyetlerini bağlamından koparan, nassların ana hedeflerini (makâsıdü’ş-şerîa) gözardı eden bir yaklaşım, ilk kez Hâricîler diye bilinen bir grup tarafından ileri sürülmüştür. Bu yorumların en çarpıcı olanlarından birisi Hâricî reislerinden Nâfî b. el-Ezrak tarafından dile getirilmiştir. Kavminin ilgisiz tutumu ve baskılarından iyice bunalan Hz.Nûh’un Allah Teâlâ’ya yakarışının ifâdesi olan “…Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yuvakuran kimse bırakma! Eğer onları bırakırsan kullarını saptıracak ve sâdece günahkâr veinançsız kişiler doğuracaklardır.” (Nûh, 71/26-27) âyet-i kerîmesinden Nafi b. el-Ezrak tarafından trajik bir sonuç çıkartılmıştır. O, bu âyet-i kerîmeye dayanarak Hâricîlerin tekfir ettikleri muhaliflerinin, ergenlik çağına erişmemiş çocuklarının bile öldürülebileceği yorumunu getirmiştir. Bu örnek, bir âyetin bağlamından koparılarak nasıl yanlış yorumlandığını ve mâsumların katlini meşrû gösteren bir argüman hâline getirildiğini göstermektedir. Dışlayıcı dînî söylem bakımından DEAŞ gibi yapılanmaların prototipi olduğunu ifâde edebileceğimiz Hâricîlerin söz konusu tutumu, modern dönemdeki halefleri tarafından da sürdürülmektedir. Hz. Ali tarafından Hâricîlerle müzâkere etmek için gönderilen İbn Abbas onlara, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Sahâbîlerinden uzak olduklarını, bu nedenle onların ilmî birikiminden yararlanmadıklarını, dolayısıyla da sağlıklı bir dînî anlayıştan mahrum olduklarını hatırlatmak durumunda kalmıştır.
Benzer eleştiriler günümüzde DEAŞ’a yöneltilmekte, onların gerekli ilmî liyâkate sâhip olmadıkları halde nasslardan ve kadîm eserlerden çıkarımlar yapmaya çalıştıkları belirtilmektedir. Üstelik bu yaklaşımın İslâm ilim geleneği içinde de bir temeli bulunmamaktadır. DEAŞ’ın, âyetleri bağlamından kopararak, konuyla alâkalı diğer delilleri ve dînin temel amaçlarını dikkate almadan yaptığı yorumların da meşrû bir temeli olmadığı ve olamayacağı aşikârdır.
DEAŞ’ın nasslara ve geleneğimizdeki eserlere atıfta bulunurken yaklaşımı seçmeci ve keyfî olmakla birlikte, İbn Teymiyye ve Muhammed b. Abdülvehhâb gibi müelliflere özel bir önem atfettikleri görülmektedir. İbn Teymiyye’nin eserlerini içeren Mecmûu’l-fetâvâ isimli derleme, İbn Abdülvehhâb’ın Kitâbü’t-tevhîd adlı eseri ve tâkipçileri tarafından bu eser üzerine yazılan şerhler, İbn Abdülvehhâb ve tâkipçilerinin eserlerini içeren ed-Dürerü’s-seniyye adlı külliyat örgütün yayınlarında sıkça başvurulan referanslar içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle DEAŞ’ın meşrûlaştırma açısından kendisini bir parçası olarak göstermeye çalıştığı selefî yorum çizgisi üzerinde durmak gerekmektedir.(Diyanet rapor)
A)SELEFÎLİK-VEHHÂBÎLİK
Ortaya çıkışından günümüze kadar İslâm dünyâsında çok yönlü ve geniş bir etkiye sâhip dînî ve siyâsî bir harekettir. Adını hareketin dînî yönünün temellerini atan Muhammed b. Abdülvehhâb’a nisbetle almış, bu adlandırma akımın dışındaki dînî çevrelerde, ilmî ve siyâsî sahalarda geniş kullanım alanı bulmuştur. Mensupları ise akımı Ehl-i sünnet dâiresinde kalan bir ıslah ve dînin aslına dönüşmesini hedefleyen bir ihyâ hareketi olarak gördüğünden Muvahhidûn (ehl-i tevhîd) veya izledikleri geleneksel dînî usûle göre Ehl-i hadîs ya da Selefiyye diye anılmayı tercih etmiştir. Bunun yanında birçok İslâm ülkesinde, Vehhâbîlik’le doğrudan ilgileri olmadığı halde ortak bazı görüşleri ve tutumları sebebiyle kimi gelenekçi ve modernist dînî gruplar ya da son yıllarda siyâsal İslâm, radikalizm, dînî aşırılık veya terörle ilişkilendirilen çeşitli grup ve hareketler için de Vehhâbî adı uluslararası basın ve politik çevrelerde yaygınlık kazanmıştır. Çeçen bağımsızlık hareketiyle Orta Asya ülkelerindeki rejim karşıtı dînî-siyâsî hareketler için bu ismin kullanılması söz konusu yanlış adlandırmanın göze çarpan örneklerinden biridir (Knysh, XLIV/1 [2004], s. 22-26).
Kelime-i şehâdetle ifâde edilen tevhid inancı Muhammed b. Abdülvehhâb’a göre mutlakâ amellerle hayâta yansımalıdır. Îmân ile amel bir bütündür. Şirke yol açan amellerden sakınmayıp tevhîdi yaşamayanlar, bid‘atlardan kaçınmayanlar gerçek mü’min sayılmaz (Kitâbü Fażli’l-İslâm, I, 207-217). Kur’ân ve Sünnet’te yer almayan ve sonradan ortaya çıkan dînî inanç ve amelleri ifâde eden bid‘at, Vehhâbîlik’te üzerinde çok fazla durulan geniş kapsamlı bir kavramdır ve her hâlükârda mücâdele edilmesi gereken bir sapmadır. Kelâm ve felsefe metotlarıyla dînî konuların ele alınması da bid‘at özelliği taşıyan bir yöntemdir. Şirke kapı aralayan türbe inşâsının yanı sıra mescidlere kubbe ve yüksek minâreler yapmak, içlerini süslemek de bid‘at sayılmaktadır. Hz. Peygamber’in doğumunu ve diğer kandil gecelerini kutlamak, Kur’ân ve hadislerde bulunmayan duâ ve zikirleri tekrarlamak, Kur’ân’ı makam ve nağme ile okumak, mevlid okutmak, tesbih kullanmak bid‘at kapsamında değerlendirilerek menedilmiştir. Tütün ve kahve müskirat cinsinden sayıldığı için haram kabûl edilmiş, yaklaşık XIX. yüzyılın başlarından 1930’lu yıllara kadar bu maddeleri açıktan tüketenlere had cezası uygulanmış, tütün ticâreti ve kahvehane işletmeciliği yasaklanmıştır.(DİA)
B)DAİŞ VE VEHHABİLİK
İdeolojiler için “hakîkatin çarpıtılmış bir resmi” nitelemesi yapılmaktadır. Temelinde hakîkat vardır. Ancak ortaya konan şey, ilgili hakîkatin çarpıtılmış bir yansımasıdır. DEAŞ ve benzeri yapıların kullandığı temel referanslar Kur’ân, Sünnet, Tefsir, Hadis ve Fıkıh literatürü gibi tüm Müslümanlarca kabûl görmüş temel kaynaklarda yer almaktadır. Ancak çarpıtma ameliyesi, bunların kullanılış biçimlerinde kendini göstermektedir. Örnek olarak Yüce Allâh’ın kâinât üzerindeki tasarruf ve egemenliğinden bahseden “Biliniz kiyaratma da buyurma da yalnız O’na âittir.” (A‘raf, 7/54) âyet-i kerîmesi örgütün dokümanlarında Türkiye’de yapılacak “şirk seçimlerinden” uzak durulması hükmüne dayanak olarak gösterilmiştir. Örgüt Kur’ân’ı bu şekilde pratik bir amaç için seçmeci bir şekilde okuyarak, militanlarına Kur’ân’ın hiçbir ön bilgi ve donanım olmaksızın okunmasını telkin etmektedir. Örgüt mensuplarından Ebü’l-Berâ el-Hindî 2014 yılı Temmuz ayında yayınlanan bir videosunda şöyle demektedir: “Mushafı açın ve cihâd âyetlerini okuyun, her şey açıkça anlaşılacaktır. Bütün âlimler bana diyorlar ki (Bu farzdır; şu farz değildir; şu dönem cihâd zamanı değildir)… Bunların hepsini bir tarafa bırakın ve Kur’ân okuyun. Cihâdın ne olduğunu öğreneceksiniz!” Bu tavsiye örgütün stratejisindeki ilkesizliği gösteren çarpıcı bir örnektir. Bu açıdan bakıldığında belirli bir usûl ve donanım çerçevesinde nassları anlamaya çalışan birinin, kolayca manipüle edilerek canlı bir silâha çevrilmeyeceği açıktır. Bizzat Bin Ladin, Aralık 2001’de verdiği bir mülâkatta “Operasyonları gerçekleştiren gençler, bilinen yaygın anlamıyla bir fıkhın tâkipçisi değildir. Onların kabûl ettikleri fıkıh sâdece Hz. Peygamber’in getirdiklerini esas almaktır.” ifâdeleriyle usûlsüzlüğü ve yüzeyselliği tebcîl etmiştir. Benzer ifâdeler, 1979’daki Harem işgâl hareketinin lideri, Cuheymanel-Uteybî’nin bir risâlesinde de yer almaktadır. Uteybî, cemâatinin mensuplarının güven duymadıkları ulemâya mürâcaat etmediklerini, dînî meseleleri öğrenmek için bizzat hadis mecmualarına ve Selefiyye’nin mûteber tefsirlerine mürâcaat etmekle yetindiklerini, bu yolla Allâh’ın kendilerini daha çok bilgilendirdiğini belirtmektedir. Birbirini teyit eden bu ifâdeler radikal eğilimli selefî örgütlerin dînî bilgi kaynaklarına nasıl yaklaştıkları hakkında bilgi vermektedir. DEAŞ ve benzeri yapılanmalarda bu tür köklü fıkıh birikimi olmayan kişilerin fetvâ makamlarında da yer aldığı dikkate alınırsa, ilgili yapılanmalarda görülen fıkhî uygulamaların ne derece sığ ve yetersiz olduğu anlaşılacaktır.
Görüldüğü üzere DEAŞ gibi yapılanmalar, ulemâ sınıfı olmayan ve bu hâliyle bütünüyle modern bir karakter taşıyan yapılanmalardır. Bu hareketlere destek vermeyen âlimler zâten görüşlerine itibâr edilmeyen kişilerdir. Kendi icraatları hakkında en ufak bir eleştiri yapan ilim adamları ise siyonistlik de dâhil her türlü ithâma maruz kalabilmektedir. Kendi saflarına katılmayan âlimlerin görüşlerine itibâr edilmeyeceğini de “kâ‘id (cihâda katılmayan), mücahide fetvâ veremez” sloganıyla deklare etmektedirler. Netîcede sahih kaynaklardan sağlıklı bir usûlle beslenmeyen, içine kapalı ideolojik bir yapılanma, şiddet eğilimleri için uygun bir zemin teşkil etmektedir.
ÖRGÜTÜN İTİKÂDÎ KAVRAMLARA BAKIŞI
ÖRGÜTE GÖRE MÜSLÜMAN KİMDİR?
Bir cümleyle bu soruya cevap vermek gerekirse örgütün anlayışına göre Müslüman, DEAŞ’a bağlı olan veya onun kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan kişidir. DEAŞ’ın diğer Müslümanları dışlayıcı ve ötekileştirici tavrının ardında benimsemiş oldukları Selefî-Vehhâbî çizginin îman anlayışını kendi amaçları doğrultusunda yorumlamasının yansımasını görmek mümkündür. Selefî-Vehhâbî îman anlayışı çağdaş bir çalışmada şu şekilde özetlenmiştir: “Îman; kalp ile tasdîk, dil ile ikrar ve amellerin îfâsından ibârettir. Bu üçünden birinin eksik olması îmânı etkiler. Allâh’ın zâtı ve sıfatları konusunda Kur’ân ve hadislerin zâhirî ifâdelerinde dile getirildiği gibi inanmak gerekir. Kelâm ilminde yapıldığı şekliyle muhkem âyetlerden elde edilen ilkeler ve esaslar ışığında müteşâbih âyetleri ve haberî sıfatları tevil etmek câiz değildir. Tevhîdin rububiyyet, uluhiyyet ve amelle ilgili boyutları vardır. Allâh’ın birliği tasdîk edilirken tüm bu boyutların hep berâber eksiksiz bulunması gerekir. Bu hususta fikrî ve amelî eksiği olan kişi şirk koşmuş olur; dolayısıyla küfre girer ve tekfir edilir. Büyük günahları işleyen kişi de kâfir olur, ama bu küfür onu dinden çıkarmaz. Şirk ve küfür hiçbir nedenle müsâmahayla karşılanamaz. Sırf Müslümanlardan sâdır oldu diye şirk ve küfür hükmünü vermeyi ertelemek veya bu konuda bazı mâkûl mülâhazalarla gevşeklik göstermek, ircâ anlamına gelir. Bu durum, bid’atçi Mürcie fırkasının bir uygulamasıdır ve sakınılması gerekir. el-Velâ yâni mü’minleri dost edinmek, el-Berâ yâni îmansızlardan uzaklaşmak ve onlara düşmanlık izhâr etmek, en önemli akîde esaslarındandır.”
Buna mukâbil Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunu temsîl eden, Mâturîdî ve Eş‘arî ekollerince benimsenmiş îman tanımına göre, îmanda asıl olan tasdîktir. İkrar kişinin dünyâda Müslüman olarak kabûl görmesi için şarttır. Ameller îmânın mâhiyetine dâhil değildir. Ancak amelleri îmânın mâhiyetine dâhil eden ve Ehl-i Sünnet içerisinde yer alan Ehl-i Hadîs grubu bile birtakım alt ayırımlar belirlemek sûretiyle -ağırlıklı olarak- amel eksikliğini; Aynı ekollere mensup bazı âlimler ise tasdîkin yanında dil ile ikrarı da îmânın mahiyetine dâhil etmişlerdir. (Bk. Kemal b. Ebî Şerîf, Kitâbü’l-Müsâmere, İstanbul 1979, s.(Diyanet İşleri Başkanlığı Dîni İstismar ve Tedhiş Hareketi Daiş Raporu))
KADIYÂNÎLİK-KUR’ÂNİYYÛN VE MEÂLCİLER
Mirza Gulâm Ahmed Kādiyânî (ö. 1908) tarafından kurulan dînî hareket.
Mirza Gulâm Ahmed’in adına izâfetle Mirzâiyye, ortaya çıktığı yere nisbetle Kādiyâniyye adıyla anılır. Gulâm Ahmed’in 4 Kasım 1900 târihinde yayımladığı bildiriyle Hz. Peygamber’in ismine işâret etmek üzere Ahmediyye olarak ilân edilmiş, bu târihten itibâren gerek kendileri gerekse Bâtılılar bu adı kullanmışlardır. Müslüman âlimler ise bu adlandırmanın Gulâm Ahmed’in kendisine işâret etmek üzere yapıldığını belirterek Kādiyâniyye’yi tercih etmiş ve yakın dönem mezhepler târihi literatüründe daha çok bu isimle yer almıştır.
Gulâm Ahmed 1303’te (1885) kendisinin hicrî XIV. yüzyılın müceddidi olduğunu ilân etti. Hindular’ın Arya Samac grubuyla giriştiği tartışmanın sonunda Sürme-i Çeşme-i Arya adlı kitâbını yayımladı (Lahor 1886). 1 Aralık 1888’de Luziyana’da, Allâh’ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemâat oluşturmasını emrettiğini bildirdi. Gulâm Ahmed biraz daha ileri giderek 1891 yılında, aldığı vahiy ve ilhamlara göre Îsâ b. Meryem’in diğer nebîler gibi tabii bir ölümle öldüğünü, Allâh’ın kendisini hristiyanların ve müslümanların beklediği mesîh ve mehdî olarak gönderdiğini söyledi. Bu konudaki görüşlerini arka arkaya yayımladığı Fetĥ-i İslâm (baskı yeri yok, 1891), Tavżîĥ-i Merâm (baskı yeri yok, 1891) ve İzâle-i Evhâm (baskı yeri yok, 1891) adlı kitaplarında açıkladı. Bu açıklamalara göre Hz. Îsâ çarmıhta ölmemiştir. Öldü sanılarak mezara konduktan sonra kendine gelmiş ve yaralarını merhem-i Îsâ denen bir ilâçla iyileştirip İncil’i yaymak ve özellikle kayıp “on İsrâil koyunu”nu aramak üzere Keşmir’e seyahat etmiştir. Keşmir’de 120 yaşlarında ölmüş ve Srinagar’da gömülmüştür. Âhir zamanda gelmesi beklenen Mesîh Îsâ b. Meryem değil yaratılış bakımından ona benzeyen Muhammed ümmetinden bir kimse olacaktır. Müslümanların beklediği mesîh ile mehdî aynı kişi olup bu da Mirza Gulâm Ahmed Kādiyânî’dir. Gulâm Ahmed, hem Hz. Muhammed’in hem Îsâ’nın rûhunu taşıdığı için barışçıdır; cihâdını kılıçla değil tebliğle yaparak İslâm’ı yayacaktır. Dâvâsının doğruluğunu isbât etmek için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiy ve verilen mûcizeler sebebiyle ona inanmak zorunludur.(DİA)
C) (القرآنيّون)
Seyyid Ahmed Han’ın düşünceleri etrâfında Abdullah Çekrâlevî tarafından Hindistan’da oluşturulan cemâat.
İslâm dünyâsında “ehl-i Kur’ân” ve “Kur’âniyyûn” olarak bilinen bu ekol XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Sünneti tamâmen reddederek sâdece Kur’ân’ı benimseme anlayışı ilk defa II. (VIII.) yüzyılda tartışma konusu olmuş ve günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Sözü edilen düşünce, bir cemâat kimliğiyle 1902 yılında Abdullah Çekrâlevî tarafından “ehlü’z-zikr ve’l-Kur’ân” adıyla Lahor’da ortaya çıkarılmıştır. Asıl adı Gulâm Nebî olan ve 1899’da adının başına Abdullah’ı ekleyen Çekrâlevî, hayâtının büyük bir kısmını ehl-i hadîsten biri olarak geçirmişken (Muhammed İkrâm, s. 71-72) XIX. yüzyılın sonlarında bu hareketten kopmuş ve katı bir hadis muhâlifi olmuştur. Onun ve aynı dönemde yaşayan birçok ilim adamının bu değişiminde Hint alt kıtasına has dînî-fikrî hareketliliğin etkisi vardır. Büyük Britanya Krallığı’nın önce fiilen, 1857’den sonra aynı zamanda resmen etki alanına giren bölgeye gönderilen Bâtılı misyoner, ilim ve siyâset adamları Kur’ân, hadis, fıkıh ve İslâm târihi husûsunda tartışma konuları açmışlar, yenilmişlik psikolojisi içerisinde bulunan bazı müslüman ilim adamları da bu yenilgilerinin temel sebeplerinden birinin ilerleme ve gelişmeye engel teşkil eden din anlayışı olduğunu düşünmüşlerdir. Bu din anlayışını besleyen asıl kaynak da onlara göre hadislerdir. Bölgede XVII. yüzyıldan itibâren din adamları ile sık sık münâzaralar yapan misyonerler ve hâkimiyet yıllarında burada eğitim, bilim ve siyâset adamı olarak bulunan Sir William Muir, Aloys Sprenger, Josef Horovitz, Sir Thomas Walker Arnold, Arthur Stanley Tritton ve Otto Spies gibi şarkiyatçılar bu değişimin hızlanmasında etkili olmuşlardır. Batı’da hüküm süren pozitivizm ve natüralizmin de bu değişimde rolü olduğunu kabûl etmek gerekir.
MISIR’DA
Aynı yıllarda İslâm dünyâsının diğer bölgelerinde de benzer eğilimler ortaya çıkmış, Muhammed Abduh ve M. Reşîd Rızâ’nın Kur’ân’a vurgu yaparak hadîse eleştirel açıdan yaklaşımları çağdaşlarını etkilemiştir. Tabip Muhammed Tevfîk Sıdkī, el-Menâr dergisinde yayımlanan “el-İslâm hüve’l-Kur’ân vahdeh” adlı makâlesinde (IX/7 [1324/1906], s. 515-524; IX/ 12 [1324/1907], s. 906-925) sünneti tamâmen dışlayan bir söylem geliştirmiştir. Aynı eğilimler Osmanlı coğrafyasında ve Kuzey Afrika’da da görülmüş, fakat bunlardan hiçbiri Hint alt kıtasındaki gibi sistemli ve sürekli olmamıştır (İslâm dünyâsındaki sünnet tartışmaları için bk. Mustafa es-Sibâî, s. 138-149, 176-223; M. Mustafa el-A‘zamî, I, 26-29; Hatiboğlu, s. 206-387). Ancak Kur’âniyyûn hareketine eğitimli kesimin dışında halk fazla rağbet etmemiştir. Bunun temel sebebi imam, pîr, mevlânâ, şeyh gibi şahsiyetlerin halk üzerinde etkili olmasına karşılık yeni yapılanmada hiyerarşinin reddedilmesi ve konulara daha entelektüel bir boyutta yaklaşılmasıdır.
Kur’âniyyûn hareketini ayrıntılara inildiğinde farklı görüşlere sâhip şahsiyetler temsil etmiş olsa da bunların hepsi Kur’ân’da nesih olmadığını ileri sürmüş, hadislerle ve ictihadla amel etmeyi şirk saymıştır. Bu konudaki delilleri ise “Hüküm ancak Allâh’ındır” meâlindeki âyettir (el-En‘âm 6/57; Yûsuf 12/40, 67). Ahmedüddin, Cerâcpûrî ve Pervîz Kur’ân’da yer alan, Allâh’a ve Resûlü’ne itâat edilmesiyle ilgili âyetleri yorumlarken bunun “merkez-i millet” adını verdikleri otoriteyi ifâde ettiğini söylemişlerdir; bu yetki Hz. Peygamber’den sonra devlet reisi tarafından kullanılacaktır. Merkez-i millet dînî konularda köklü değişiklikler yapma hakkına da sâhiptir. Resûlullâh’ın Kur’ân’dan başka mûcizesinin bulunmadığını söyleyen (Birışık, s. 333-341) Kur’âniyyûn’un çoğunluğunun melek ve cinlerin varlığı konusunda Ehl-i sünnet’ten farklı görüşleri vardır. Ahmed Han ve Pervîz’e göre Cebrâil, Allâh’ın peygamberlerine vahyi ulaştıran kuvvetidir (Gulâm Ahmed Pervîz, Luġātü’l-Ķurǿân, I, 415). Hiçbir peygamberin âhirette şefâat yetkisi yoktur. Çekrâlevî ve bazı arkadaşları cennet ve cehennemin kıyâmetin vukûundan sonra yaratılacağını öne sürerler. Seyyid Ahmed Han, Eslem Cerâcpûrî, Seyyid Makbûl Ahmed ise cennet, cehennem ve orada vukû bulacağı belirtilen şeylerin temsillerden ibâret olduğu görüşündedir. Pervîz, Ahmedüddin ve Ca‘fer Şah Belvârî’ye göre dünyâ hayâtının iyi ve rahat olması cenneti, sıkıntılı olması cehennemi temsîl eder (a.g.e., I, 448-449, 454-455; a.mlf., Tebvîbü’l-Ķur’ân, I, 255; II, 557; a.mlf., Cihân-ı Ferdâ, s. 126 vd.).
Kur’âniyyûn içerisinde ibâdetler husûsunda da farklı değerlendirme ve uygulamalar vardır. Özellikle Çekrâlevî’den sonra namaz vakitleri, rek‘at sayısı, kılınış âdâb ve erkânı ile diğer bazı konularda değişiklikler yapılmıştır. Çekrâlevî günde beş vakit namazdan söz ederken (Burhânü’l-furķān, s. 89-93) Ahmedüddin sâdece iki vakit namazın farz olduğunu ileri sürmüştür (Beyân li’n-nâs, I, 56-124). Kur’ân’a dayanmayan cenâze ve bayram namazlarını kılma zarûreti yoktur (Hâdim Hüseyin İlâhîbahş, s. 366-382). Zekâtın Kur’ân’da belirtilen sınıflara verilmesi kabûl edilmekle birlikte (Ahmedüddin, I, 222) zekâtı gerektiren mal ve kazancın cinsi, miktârı, farziyetin tahakkuk süresi, verilme şekli vb. hususlarda farklı yorumlar yapılmıştır. Pervîz, zekâtın İslâm devleti tarafından toplatılacağını ve bunun vergiden başka bir şey olmadığını söyler. Böyle bir devlet yoksa zekât sorumluluğu ortadan kalkar (Ķurǿânî Fayśaley, I, 116). Ekol mensuplarından çoğu Ramazan’da oruç tutulmasını Kur’ân’ın nassına (el-Bakara 2/183-185) uygun görmekle birlikte orucun herhangi bir ayda tutulabileceği, oruç müddetinin sâdece dokuz gün olacağı gibi bazı görüşler de ileri sürülmüştür (Hâdim Hüseyin İlâhîbahş, s. 396-401). Kur’âniyyûn’un zinâ, içki, kumar, hırsızlık, dinden dönme, miras ve çok eşlilik gibi konularda da farklı yaklaşımları vardır.
GÜNÜMÜZDE
Teknolojiyi ve modern haberleşme araçlarını iyi kullanan ve iyi örgütlenen hareket mensupları Pakistan’ın kırk ayrı yerinde ve Avrupa ülkelerinde periyodik Kur’ân derslerini sürdürmektedir (ŦulûǾ-i İslâm, LII/3 [1999], s. 58-60). Bu hareket, 1938 yılından beri Urduca ve İngilizce olarak ŦulûǾ-i İslâm adıyla bir dergi yayımlamaktadır. Kur’âniyyûn hareketinin içinde mütâlaa edilen “tahrîk-i ta‘mîr-i insâniyyet”, Abdülhâliķ Malvâde tarafından 1970’li yılların ikinci yarısında Lahor’da oluşturulmuştur. Hareketin en etkin kişilerinden Kādî Kifâyetullah Meşrıķ dergisi yazarlarından olup 1979’da Ümmet-i Müslime’nin bu oluşuma katılması için çaba göstermişse de bu gerçekleşmemiştir.
Meâlcilerin; İtikat, Amel ve Siyâset Husûsundaki Görüşleri:
1) Meâlcilerin İtikâdî Özellikleri
a) Allâh’a şirk koşmayı târifleri:
Allâh’ın ulûhiyet, rububiyet sıfatında veya onun ibâdette eşi olmadığına inanmaktır. Genelde meâlcilerin Allâh’a şirki târifleri böyledir. Ancak onlardan hoca Ahmedindiyn ve Abdullah Cekralevi bu târife şu kelimeleri de eklemektedir:
Sünnete göre amel etmek ve sünnete göre muhakemeleşmek de şirktir. Onlara göre; Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in verdiği hükümlere göre hareket etmek onlarla amel etmek şirktir. Bu kimseler; NÎsâ 65, Ahzab 36, Nur 51 vb. âyetlere rağmen böyle söylemektedirler.
b) Arş ve istivâ hakkındaki görüşleri:
Meâlcilere göre Rahmân’ın arşı gerçek bir Arş değildir. O mecâzîdir, istivâ da böyledir. Kur’ân’da kastedilen Arş ve istivâ Mülk ve Sulta mânâsı vermektedirler. Bütün kâinâtın nizâmına sâhip olmak şeklinde tevil ediyorlar.
Dîni gerçekleri anlamayan câhillerin anlamadığı gibi o maddî varlık değil, diyorlar. Oysa Kur’ân’da Arş Allâh’a nisbet edilerek 19 sûrede tam 21 kez zikredilmektedir. Bunların 6 tânesinde Arş’a Allâh’ın istivâ ettiği bildirilmektedir.
c) Nübuvvet:
1) Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in mâsum oluşu
2) Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in mûcizeleri
3) Rasûller’in sonuncusu oluşu
4) Îsâ aleyhisselâm’la meseleleri
1) Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in mâsum oluşu meselesinde; meâlcilerin önderlerinden Abdullah Cekralevi ve onun halîfesi Haşmet Ali, Nebi’lerin mâsum olmadığını ileri sürmektedirler.
Hac 52. âyeti delil göstermektedirler. Hattâ Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in bazı içtihatlarındaki yanılgılarını ileri sürmektedirler.
“(Ey Muhammed) Senden önce hiçbir rasûl, hiçbir nebî göndermedik ki o bir temennîde bulunduğu zaman şeytan onun bu temennîsine dâir vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytânın soktuğu şeyi iptâl eder; sonra da âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir; hikmet sâhibidir.”
Hac 52
2) Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in mûcizeleri: Meâlcilerin geneli Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in mûcizelerini inkâr ediyorlar ve Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in tek mûcizesinin Kur’ân olduğunu söylüyorlar.
Onlardan bazıları; Kur’ân’da geçen geçmiş ümmetlerle ilgili bildirilen şeyleri Kur’ân söylediği için tasdîk ediyorlar. Onlardan birçoğu ise Kur’ân’da anlatılan mûcizevî şeylerin mecâzî olduğunu ileri sürmektedirler.
3) Rasûlullah (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’in Hâtemu’n-Nebî Oluşu: Meâlcilerden Makbûl Ahmed: “Rasûller insanlığı hidâyete erdirmek, cehâlet karanlığından kurtarmak ve zulmü bertarâf etmek için gelmişlerdir.”
Cehâlet ve Zulüm yeryüzünde olduğu sürece Nebîliğin olması gerektiğini ileri sürmektedir.
4) Îsâ aleyhisselâm’a karşı koymaları:
a) Doğumu ile alâkalı görüşleri: Kur’ân; Îsâ (Aleyhisselâm)’ın Allâh’ın kudretine delâlet eden bir âyet olarak babasız bir tek anneden dünyâya geldiğini; yeryüzünde Allâh’ın dilediği kadar Nebî olarak kaldığını; sonra Allâh’ın onu kendi katına yükselttiğini; öldürülünenin ve çarmıha gerilenin Îsâ (Aleyhisselâm)’a benzer biri olup, Îsâ (Aleyhisselâm)olmadığını açık olarak bildirmektedir.
Sünnette; Îsâ (Aleyhisselâm)’ın Kıyâmet saatine yakın âdil bir hakem olarak yeryüzüne ineceği, Deccal’i öldüreceği vb. şeyler söylenmektedir. Hal böyle iken Meâlcilerden büyük bir çoğunluk Îsâ (Aleyhisselâm)’ın, aksine bir anne babadan olduğunu iddia etmekte, Allâh’ın Meryem 20, 21, 22, 23, 27, 28 ve Âl-i İmran 59. âyetlerine gözlerini kapatmaktadırlar.
“Meryem: Bana hiçbir beşer dokunmamış ve ben hiçbir zaman kötü olmamış iken, nereden benim çocuğum olacak?” Melek de demişti ki: “Rabbın böyle buyurdu. İnsanlara onu bir delil ve bizden bir rahmet kılmak için, bu bize kolaydır.” Nitekim Meryem çocuğa gebe kalmış ve onunla birlikte uzak bir yere çekilmişti. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına sığındırmış; “keşke ben bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim” demişti.
Meryem 20, 21, 22, 23
“Meryem çocuğu taşıyarak kavmine getirmiş, onlar da şöyle demişlerdi: “Ey Meryem çok kötü bir iş yaptın,” “Ey Hârun’un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi; annen de yoldan çıkmış değildi.”
Meryem 27, 28
“Îsâ’nın durumu, Allah katında, Âdem’in durumu gibidir. Âdem’i de topraktan yaratmış, sonra ona “ol” demiştik; o da hemen oluvermişti.
Âl-i İmran 59
b) Îsâ (Aleyhisselâm)’ın yeryüzüne inmesiyle alâkalı görüşleri ve sözleri: Meâlciler Îsâ (Aleyhisselâm)’ın yeryüzüne dönüşü hakkında ikiye ayrılmaktadırlar.
Birinci Grup: Bu görüşün sâhibi kimselere göre Îsâ (Aleyhisselâm) ölmüş ve kabrine gömülmüştür ve kıyâmetten önce de dirilmeyecektir.
İkinci Grup: Îsâ (Aleyhisselâm) ölmemiştir ancak o göğe de yükselmemiştir. Kıyâmet saatinin alâmeti olarak zamânı geldiğinde ortaya çıkacaktır.
Delilleri: “Kıyâmet için mutlak sûrette bir alâmet vardır. Bu itibarla sakın ondan şüphe etmeyin. Bana uyun. Bu dosdoğru bir yoldur.
Zuhruf 61
İşitip Tasdîk Etmekle Alâkalı Şeyler:
a) Berzah Hayâtı
b) Kıyâmet Günü Şefaat Edilmesi
c) Cennet ve Cehennemle ilgili Görüşleri
a) Berzah hayâtı (Kabir hayâtı) ile ilgili görüşleri:
Berzah hayâtı kişinin tekrar dirileceği güne kadarki hayâtıdır, ölümünden dirileceği vakte kadarki karşılaşacağı şeyler. Biz Müslümanlar bu hayatla ilgili sahih nasslara inanır ve keyfiyetini araştırmayız.
Meâlcilere gelince onlar istisnâsız hepsi berzah hayâtını inkâr etmekte ve: “Berzah hayâtı dediğimiz ölüm, hayat ve canlılık bulunmayan, his ve idrâk olmayan bir hayattır.
Bu sebeple his ve idrâk olmayan birşeyde hangi hayat olur? Ona ne gibi bir soru sorulur? Onun azablandığı hangi azabdır? Faydalandığı hangi nimettir?” Onların bu ifâdelerinin dışında aklî ve naklî delilleri de vardır. Meselâ:
1) Aklî Delilleri: Ölüm, rûhun bedenden ayrılıp onu terk etmesinin ismidir. Rûhun ayrıldığı ceset kendisinde hayat ve idrâk olmayan donmuş bir cisimdir. Onun azab görmesi hayâldir. Her kim bunda şüphe içinde ise bir kabri açsın ve baksın, orada azab görülmediğini iyice anlar.
2) Naklî Delilleri: Gafir Sûresinin 11. âyetini delil getiriyorlar.
“Onlar da derler ki: Rabbımız! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Buna göre, buradan çıkışa bir yol var mı”?
Âyette iki öldürme, iki diriltme var. Yâni dünyâ hayâtı ve âhiret hayâtı; kabre gelince, orada hayat yoktur. İki öldürme ise; birincisi, nutfenin ana karnında değişik tavrı. İkincisi, canın bu bedenden çıkışıdır. Başka bir hayat yoktur.
b) Kıyâmet günü şefaat edilmesi:
Meâlcilerin hepsi şefaati reddetmektedirler. Bu hususta dünkü mutezile ile bugünkü mutezile arasında hiçbir fark yoktur. Onların şefaati inkâr ederken delil olarak aldıkları âyetler:
“Hiçkimsenin hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden şefaatin kabûl edilmeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve kendilerine yardım bile edilmeyeceği bir günden sakının.”
Bakara 48
“Ey îmân edenler! İçinde ne bir alışverişin, ne bir dostluğun ne de bir şefaatin olduğu gün gelmeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden sarfedin. Kâfirler, işte asıl zâlim olanlar onlardır.”
Bakara 254
Kâfirler ile müşrikler hakkında “onların hiçbir yardımcıları yoktur” diye gelen âyetlerdir.
c) Cennet ve Cehennem ile ilgili görüşleri:
Meâlcilerin Cennet ve Cehennem hakkındaki görüşleri üç kısma ayrılır:
1. Kısım: Meâlcilerin görüşü: “Cennet ve Cehennem gerçek bir mekândır. Kıyâmet gününde yaratılacaktır, şu anda mevcud değildir.”
Bu çoğunlukta olan görüştür. “Eğer yapamazsanız ki aslâ yapamayacaksınız, o halde kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının.”
Bakara 24
“Îmân edenlere ve sâlih amel işleyenlere müjdele ki, onlara altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada her defasında kendilerine rızık olarak bir meyve verilişinde ‘bu daha önce bize verilmiş olan meyve’ diyecekler. Onların tertemiz eşleri bulunacak ve orada ebedî kalacaklar.”
Bakara 25
“Rabbınızdan gelecek olan mağfirete ve takvâ sâhipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun.”
Âl-iİmran 133
Yukardaki âyetlere rağmen Cennet ve Cehennemin şu anda olmadığını, kıyâmette yaratılacağını söylüyorlar.
2. Kısım: Hafız Elsem, Makbûl Ahmed ve bu iki öndere tâbi olan kimseler, onlara göre Cennet ve ateş, onların nimetleri yâhud azâbı gibi şeyler hakîkati olmayan misâlî tasvirlerdir.
Kur’ân’ın nüzûlü sırasında insanların anlayış seviyesine göre Cennet ve Cehennem temsîlî bir şekillendirme idi. Bu zamanda ise insanların anlayışı ve kültürü gelişmiştir. Dolayısıyla Cennet ve Cehennem için yeni târifler koymak gerekir.
Cehennem ateşinin yakıcılığından ille de hissedilen bedenin yanması yanlıştır. Aksine insanın başına gelen bir meşakkat ve musîbet sebebiyle için için yanması da gelebilir.
3. Kısım: Perviz Ahmedindiyn ve Cafer Şah ve bunlara tâbi olanların görüşüne göre Cennet ve Cehennem beşeriyet hayâtının dönemlerinden bir dönemdir. Beşeriyetin yükseliş ve gelişmesi onun Cennet hayâtı yaşaması mânâsına gelir.
İnsanlığın gelişmeyip yükselmemesi, olduğu yerde durması onun Cehennem hayâtı yaşaması demektir. Yoksa Cennet ve Cehennem beşer hayâtının son halkaları olup, öldükten sonra elde edeceğimiz bir mekân değildir. Aksine hayat ebedîdir. Ebedî olarak da kalacaktır. Cennet ve Cehennem, hayâtının keyfiyeti ile alâkalı bir târiftir. İki ayrı mekânın ismi değildir.
Meâlcilerin Namazı Târifi
Meâlcilerin namazın keyfiyet ve kemmiyeti husûsunda görüşleri ayrı ayrıdır:
Abdullah Cekralevi, Halîfesi Ahmed, Haşmet Ali ve bunlara tâbi olanlar. Bunlara göre namaz beş kez kılınmalıdır. Delilleri Hûd sûresindeki: “Gündüz iki ucunda…” Bu âyetten beş vakit namazı istimbat ediyorlar. Ey mü’min Allâh’ın seni kitâbında irşâd ettiği gündüzün iki tarafı arası ile sabah, öğle ve ikindi, geceden iki parça arası akşam ile yatsı namazlara sımsıkı tutunun demektedirler. Âyeti bu şekilde tefsir etmektedirler. Günlük beş vakit namazı bu şekilde ortaya çıkarıyorlar.
Meâlcilerin ilkeleri namazın rekât adedinde de Abdullah ve ebvası Müslümanların cumhuruna göre iki ve dört rekâtlı namazlara uyuyorlar.
“Hamd; gökleri ve yeri hiç yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan, yaratmada dilediği kadar da artıran Allâh’a mahsustur. Allah şüphe yoktur ki herşeye kâdirdir.”
Fâtır 1
Her namazla berâber abdest almak.
Namaz için ezana gerek yoktur. Çünkü onlara göre Kur’ân’da ezan geçmemektedir. Cuma sûresindeki âyete rağmen böyle söylemektedirler. “Ey îmân edenler! Cuma günü namaz için seslenildiğinde alışverişi bırakarak Allâh’ın zikrine koşun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”
Cuma 9
Namazda kıbleye yönelmenin gerekli olmadığını söylüyorlar. Bakara sûresindeki âyetlere rağmen.
Bakara 115, 142, 143, 144, 145, 148, 149, 150
“Senin yüzünü çok defa gökyüzüne çevirip durduğunu elbette görüyoruz. İşte şimdi hoşnûd olacağın bir kıbleye seni döndürüyoruz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede bulunursanız, siz de yüzlerinizi onun tarafına çevirin…”
Bakara 144
“Kendilerine kitap verilenlere her delili getirsen, senin kıblene yine uymazlar, sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblelerine uymuyorlar…”
Bakara145
Namazda eller kalbin üzerine bağlanmalıdır. Delilleri:
“Elini koynuna sok, kusursuz, bembeyaz çıksın. Kollarını kendine çek, korkun yok olsun. Bunlar Firavun ve ileri gelenlerine karşı Rabbından iki delildir. Onlar bir gerçektir ki, yoldan çıkmış bir kavim idi.”
Kasas 32
İftitah tekbirinde Allâhu Ekber değil; “Ennallâhe huvel aliyyul kebir” denmelidir. Namazdan çıkarken “esselâmu aleykum ve rahmetullah” değil En’am Sûresinin 54. âyetini okurlar. Kur’ân’dan gayrı birşey onlara göre okunmaz. Onlar beş vakit namazdan gayrı bütün namazları reddediyorlar.
Yine onlardan Haşmet Ali “Kur’ân’daki Namaz” adlı kitabında namaz hakkında biraz önce açıklanmış olan namazı açıklıyor. Yeniliklerinde ise; Sabah namazından başka namaz yoktur. Musalli kıbleye döner ve ne yüksek, ne kısık orta yol tutarak okur.
Kur’ân bitince rükû eder, sonra rükûdan doğrulmadan secde eder, secdeyi bir kere yapar, secdeden başını kaldırdığında namaz biter. Aynı tâifeden Muhammed Ramazan adlı bir kimsenin “Kur’ân’daki Namaz” adlı kitâbında namaz iki vakittir.
1) Farz namazı iki vakittir.
2) Her namaz iki vakittir. İki namazdan fazlası insanların ziyâdesidir.
3) İftitah tekbiri: “Ennallâhe huvel aliyyul kebir” diye başlanır.
4) Rükûdan doğrulmak Kur’ân’a muhaliftir. Rükûdan doğrulmadan secde yapılır.
5) Her rekâtta bir secde vardır.
6) Secde tesbihi bittiğinde namaz biter.
7) Rukûda Kur’ân’dan bir âyet okur. Secdede de Kur’ân okur.
8) Kıraat cehrîdir.
D ) ET-TEKFİR VE’L HİCRE GRUBU
Tekfir konusunda ısrarlı bir cemâat olarak bilinen Et-tekfir ve-l-Hicre grubunun özellikleri ve belli başlı konulardaki fikirlerinden bahsetmek sanırım bu kitabın konusu dışında sayılmayacaktır. Doğuş yeri Mısır olarak bilinen bu grubu anlatmadan önce Yusuf El-Kardavî’den onlarla ve aşırılık meselesiyle ilgili alıntılar aktarmak istiyoruz: [146]
İslâmî Sahada Aşırılık ve Çalışma:
Aşırı gitme noktalarından birisi de “tekfir” konusudur. İnsanların ismeti ortadan kalkınca bu aşırılık hedefine ulaşıyor. İnsanların mal ve kanlarını mübahlaştırıyorlar, onlara ne zimmet (zımmîler) ne de hürmet tanınıyor. İnsanların tümünü İslâm’dan çıkarıyorlar. Yâhud “bu insanlar Allâh’a îmân etmemişlerdir.” Bu da aşırılığın değeri olan, kendisini bir vâdide diğerlerini başka bir vâdide görmektir.
Bu düşüncenin ilk oluşumu İslâm sahasında Hâricîlerin ortaya çıkmasıydı ki bu insanlar İslâm’daki ibâdet değerlerine çok bağlıydılar. Namaz, oruç, Kur’ân okuma v.s. Yalnız bunlar “uzuv” fesâdıyla gelmeyip “küfür” fesâdıyla ortaya çıktılar. Onlara kötü amelleri süslendirildi ve onu (yaptıklarını) güzel gördüler. Resûlullah onları şu sözüyle vasıflandırdı: “Birinizin namazı onların namazına karşı hakir olur, birinizin kıyâmı onların kıyâmına göre hakir olur ve okuması onların okumasına göre hakir olur.” Bu vasıflandırmayla birlikte onlar hakkında yine şöyle buyurmaktadır: “Okun yaydan çıktığı gibi onlar dinden çıkarlar.”
Geçmiş olan Hâricîlerde olanların aynısı şimdi onların halefleri (tâkipçileri) olanlarda da aynen vardır.
Yâni bunları tâkip eden, asrımızdaki “El-Tekfir ve’l- Hicre” cemâati diye bilinen cemâattir. Bu muasır olan cemâat günah işleyip o günâhında ısrâr eden herkesi tekfir ediyor. Hâkimleri Allâh’ın hükümleriyle hükmetmediklerinden dolayı tekfir ediyorlar. Hüküm olunanları da bu hükme râzı olduklarından dolayı tekfir ediyorlar. Bu cemâat din âlimlerini ve başkalarını da tekfir ediyorlar. Çünkü bu din âlimleri hâkim ve mahkûmu (yöneten ve yönetileni) tekfir etmedikleri için kâfirdirler. Çünkü bunlara göre kâfiri tekfir etmeyen de kâfirdir. Onlar yine onların düşüncelerine zıt olan herkesi tekfir ediyorlar. Yine onların fikrini kabûl edip de onların cemâatine girmeyen ve onların imamlarına biat etmeyen herkesi tekfir ediyorlar. Kim onların cemâatine girerse fakat herhangi bir sebeple çıkarsa o kimse mürteddir ve kanı helaldir. Tebliğleri erişmiş olan tüm cemâatler onlara katılmadıkça onlar kâfirdirler. Kim bir imamın sözünü alırsa ama kıyas ile hareket ederse o kimse müşriktir, kâfirdir. Onlara göre Hicri 4. Asırdan sonraki asırlar küfür ve câhiliye asrıdır. (Abdurrahman El Hayr Tekfir Cemâat eserinden alıntı).
Peygamberimiz (s.a.v.) bizi tekfirden korumuş ve ondan şiddetle kaçınmamızı emretmiştir. Ve sahih olan bir hadîsinde; “Kim kardeşine kâfir derse ikisinden birisi kâfir olur…” buyurmuştur. Aynı zamanda Usame Bin Zayd hadîsinde ise: “Kim Lâ ilâhe illallah” derse o kimse İslâm’a girmiştir. Kanı ve malı kurtulmuştur.” Şâyet bu kimse korku, yâhud kılıçtan kurtulmak için söylese bile bu kimse müslümandır. Biz zâhire göre hükmederiz. Bu kimsenin hesâbı ise Allah katındadır. Ki bundan dolayı Resûlullah (s.a.v) savaşta Usame (ra) bir adamı şehâdet getirmesine rağmen öldürünce onu kınamış ve:
“Sen onu tevhid kelimesini getirmesine rağmen mi öldürdün?” demiş, Usame de:
“O kılıç korkusuyla söyledi” diye cevaplamıştı. Resûlullah da:
“Sen onun kalbini yardın mı?” deyince bu olay üzerine üzülen Usame:
“Resûlullah bunu o kadar tekrarladı ki keşke ben, o gün îman etmiş olsaydım diye temennî ettim.” demişti.
Kim yakîn ile İslâm’a girmişse onun İslâm’dan çıkması da yakîn ile olmalıdır. Yakîn ise şek ile yok olmaz (yâni şüphe ile dinden kimse çıkarılmaz.) Hattâ bu günahlar büyük günah olsa bile. Meselâ katl, zinâ, içki içmek vs. Yalnız bu hükümleri inkâr, karşı çıkma olursa bu ayrı bir şeydir.
Bundan dolayı Allâhu Teâlâ bir kişiyi kasten öldüren ile öldürülenin velîsi arasında din kardeşliğini şu âyet-i kerîmede isbât etmiştir: “Kim (yâni kâtil) kardeşi tarafından affedilirse o zaman (affedenin örfüne göre) uygun olanı yapmak güzelce onu ödeme(si) gerekir.” Ve Resûlullah içki içen bir kimseyi birisinin lânetlediğini duyunca defalarca ona; “Ona lânet etme, çünkü o Allah ve Resûlünü seviyor.” buyurmuştur.
Tekfircilerin aşırı gidenlerinin dayanmış oldukları bütün düşünceler Kitap ve sünnetle merdud olup (reddedilip) bu düşünceyi İslâm ümmeti asırlar önce terk etmiştir. Buna rağmen insanlar kalkıp bunu yenilemek istiyorlar. Heyhât!..
Tekfir düşüncesine sâhip olmanın birçok sebebi vardır. Tek bir sebebi yoktur. Sebeplerin bazıları dînîdir. Bazıları siyâsî, bazıları toplumsal, sosyal sebeplerdir. Ekonomik, nefsî ve fikrî sebepleri de vardır.
Bu sebeplerden bazıları âilevidir de. Kişilerin sebepleri de vâkîdir. Yâni kişinin şahsından kaynaklanan sebepler de vardır. Bu sebepler toplumla ilgili de olabilir. Toplumda oluşan zıdlıklar… Diyelim ki itikad ile muamele arasında, vâcip olan şeyler arasında, din ile siyâset arasında, söz ile amel arasındaki zıtlıklardan oluşabilir.
Bu gibi zıtlıklara büyükler tahammül etse bile gençler bu gibi şeylere tahammül edemiyorlar.
Bazıları tahammül etse bile tümü tahammül etmiyor. Bazen tahammül etse bile çoğu zaman tahammül etmiyor.
Sebeplerin bazıları da (ortadaki) hükümlerin fesat oluşundan, hâkimin tağiliğinden (tuğyanına) kendi halklarının haklarına riâyet etmemekten, kötü hevâlara sâhip olmalarından ileri geliyor.
Bu sebeplerden (diğer) bazılarını (da) sayalım:
1- Dînin hakîkatini görme zayıflığı. Bu, aşırılıkta en esas olan sebeplerdendir. Fâkih olmamak, dindeki sırları bilmemek… Bundan maksat mutlak mâhiyette dinde cehâlet değildir. Bu sebepten maksat ilmin yarısına sâhip olmaktır. Kendisini âlimlerin zümresinden saymak ve buna rağmen çok şeyden câhil olmak… İlimden bildiği şey de oradan buradan aldığı şeyler olması…
Resûlullâh’ın Buhârî ve Müslim’den gelen şu hadîsi bu hakîkati açıklamaktadır: “Allah ilmi insanların içine düşmüş oldukları ihtilaftan dolayı onlardan almaz fakat onlardan âlimleri alarak (yâni vefât ettirerek) onlardan ilmi alır; tâ ki kimse kalmayıp daha sonra onlar câhil insanları kendilerine reis edinirler ve insanlar onlara sorarlar, onlar da ilimsiz cevap vererek hem kendilerini ve hem de onları dalâlete götürürler.” Malik Bin Enes rivâyet eder ki; bir gün Rabia çok ağlar ve ona:
“Sana bir musîbet mi indi?” derler. O da:
“Hayır, fakat ilmi olmayanlar fetvâ veriyorlar.” der.
2- Zâhirî olarak nassları anlamaya yönelmek. Bunlar gerçekten İslâm ümmetinin kurtulmuş olduğu “zâhiriye medresesini” bir daha yapmak istiyorlar. Öyle bir medrese ki hükümlerin illetini (sebebini) kabûl etmiyorlar ve aynı zamanda kıyâsı inkâr ediyorlar. İbâdet konusunda kesinlik kazanan şeylerde değiştirmeye gitmek mümkün değildir, meselâ Ramazan orucunun başka aya alınması gibi. Fakat başka hükümlerde illet aranmalıdır. O illet (sebep) ortadan kalkarsa değişik hükümler verilebilir.
Meselâ: Mâlik, Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri hadiste, Resûlullah düşman ve kâfir diyârına Kur’ân’la sefere gidilmesini men’etti. Fakat bu hadîsin illetine bakıldığında kâfirlerin Kur’ân’a kötülük yapma endişesi var. Bu illet ortadan kalkarsa bu nehiy de (yâni yasak da) kalkar.
3- Haramların sınırlarını daraltmaları.
4-Terimlerdeki (kavramlardaki) anlayış yetersizliği. Bir kelime değişik anlamlara gelebilir. Onlar mutlak îmanla, îmân-ı mutlak arasını ayırmıyorlar. Kâmil İslâm’la soyut İslâm’ın arasını ayırmıyor ve günah küfrü ile şirk küfrünün arasını, büyük şirk ile küçük arasını, itikâdî nifak ile amelî hal ve tavırdan dolayı câhilî bir harekette bulunanı itikâdî cehâletle isimlendiriyorlar. “Zinâ eden mü’min olarak zinâ etmez, içki içen mü’min olarak içki içmez.” ve diğer nice hadisler var ki “îmânı” nefyediyor. Fakat bundan murad asıl îmân olmayıp kâmil îmandır. Asıl îmân ise Cibril hadîsinde geldiği gibidir…
Başka bir hadiste ise: “İslâm açıktır, îman ise kalptedir.” Hucurât sûresindeki Arapların İslâmı ise bu çeşit bir İslâm’dır. Küfür, şer’î dilde Allah ve Resûlü’nü inkâr ve yalanlama anlamına geliyor. Delîli ise Nisâ 136’dır.
Bazen de İslâm’dan dönme anlamına geliyor (irtidat).
Bazen küfür kelimesi amelî günahlar için de kullanılır, ki bunlar ne inkâr ne de yalanlama ile ilgilidir.
Büyük âlim İbn-i Kayyım “Medaricu’s-Sâlikîn” isimli eserinde küfrün iki çeşit olduğunu söyler:
1- Büyük küfür: Ateşe girmesi ebedî olarak haktır.
2- Küçük küfür: Ateşe hak kazanır. Fakat ebedî değildir.
“Allâh’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridirler. Zâlimlerin ta kendileridirler... Fâsıkların ta kendileridirler.” İbn-i Abbas’ın bu âyet hakkındaki tefsiri şöyledir:
“Buradaki küfür insanı İslâm dâiresinden çıkaran küfür değildir. Yâni bunu yaptığında onunla kâfir oluyor, yalnız bu küfür Allâh’ı ve âhiret gününü inkâr edenin küfrü gibi değildir. Tavus ve Ata (adlı âlimler de) “küfrün dışında başka bir küfür, zulmün, fıskın dışında başka bir zulüm, fısk” olarak görmüşlerdir. Daha önce de bundan bahsedilmişti. Bazıları da “inkâr etme” anlamında ele almışlardır. Bu tercih edilen bir görüş değildir. [147]
Yusuf El-Kardavî’nin de belirttiği gibi özellikle günümüzde, tekfirde aşırı gitme düşüncesine kaynaklık eden birçok sebep vardır. Kardavî’nin söylediklerine ek olarak bizim yaşadığımız topraklarda ise tekfire aşırı yönelmenin daha başka sebepleri de vardır.
Bu sebeplerin en önemlilerinden birisi İslâm iddiasıyla ve İslâm’a hizmet iddiasıyla ortaya atılanların birbirlerini çekememeleridir. Aslında bunu doğuran asıl etken daha başkadır ki o da şahsiyetlerin sağlam olmamasıdır. Yoksa ilmi eksik olan herkes tekfire yönelmiyor, âilesiyle sorunu olan herkes tekfire yönelmiyor. Bunlarla birlikte tekfire yönelmenin altında daha değişik faktörler de mevcuttur. Ayrıca Siyonistlerin, laiklerin, emperyalistlerin “düşünce bozukluğu” oluşturmak amacıyla günümüzde çok gayretler içinde olduğunu anlamak için o kadar da ileri görüşlü olmaya gerek kalmamıştır. Buna misâl olarak, doğrusuyla yanlışıyla Vehhabî ekolünün başına gelenleri hatırlayabiliriz.
Et-tekfir ve’l-hicre grubunun özellikleri:
Geçmişe ve Geleneğe Karşı Tutumları
1-Et-Tekfir akımı geçmişin fikrî ve fıkhî birikimlerinin hiçbirini tanımamakta, buna karşın kendisinin ortaya koyduğu içtihatları ve görüşleri, şüphe edilemeyecek tek gerçek olarak kabûl etmektedir. Bu esastan hareketle Tekfir akımı, fakihlere uymayı reddetmektedir.
2-Kur’ân’ın; “Gerçekten biz Kur’ân’ı anlaşılması için kolaylaştırdık.” meâlindeki âyetini delil kabûl ederek, herhangi bir ilim ehlinin yardımı olmaksızın kitap ve sünneti anlamanın mümkün olabileceğini ileri sürmektedir.
3-Ayrıca “Allâh’ı bırakarak bilginlerini ve din adamlarını Rabbler edindiler.” âyetine dayanarak, “taklid eden kâfir olur” anlamında bir kural ihdâs etmiş ve fakihlerden herhangi birine uyan kimsenin, İslâm dîninden çıkacağına hükmetmiştir.
4-Doğru yolun esâsı ve sahih İslâmî anlayış; kavramları dînî (Kur’ânî) kullanımlara dayandırmakla mümkündür. Bu kavramlar bozulup gerçek anlamlarının dışında kullanıldığında ise, denge ve ölçü bütünüyle bozulmuş olur. Böyle bir bozulma ortamında ‘şerr’i ‘hayr’, ‘çirkin’i ‘güzel’ diye isimlendirmek mümkün olur. Bu konu, kendisi ile geçmişi ve diğer İslâmî akımlar arasındaki ayrılık noktasıdır. Şükri’ye göre, şirk, ma’siyet, cemâat, cihâd ve mescid… vs gibi kavramların taşıdığı gerçek anlam ve delâletleri, geleneğin ortaya koyduğu anlam ve delâletlerden tamâmıyle farklıdır. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî, Mescid-i Aksa ve Medîne’deki Mescid-i Kuba hâriç olmak üzere, dünyâ üzerindeki bütün mescidler, takvâ kasdıyla tesis edilmediği için, içlerinde namazın sahih olamayacağı “Dırar Mescidleri”dir. Ayrıca bu dört mescidde cemâatle namazın sahih olabilmesi için, et-Tekfir cemâatinden birinin imamlık yapması gereklidir. Yoksa orada ancak ferdî namaz câiz olur.
5-içtihad meselesini kabûl etmemekte ve onu bilinenden farklı bir şekilde yorumlamaktadır. Şükri’ye göre içtihad, nass bulunduğu zaman yapılır. Nass bulunmadığı zaman ise içtihad câiz değildir. Bu durumdaki içtihad re’y ile kıyas yapmak veya konuyu ümmete götürmektir ki; böyle bir içtihad, itibâr olunamayacak derecede temelinde bâtıl bir görüştür.
6-İcmâ, Kıyas veya Mesâlih-i Mürsele gibi, müçtehidin hüküm çıkarırken kullandığı prensip ve metodlardan hiçbirini kabûllenmemektedir. Akımın ileri gelenlerinden biri bu konuda şunları söylemektedir: “Delil ancak Kitap ve Sünnet’tir. Bunların dışında delil yoktur. Bu nedenle biz icmâyı, kıyâsı, Medîne ehlinin amelini, sahabenin reyini, fukahânın görüşlerini duvardan duvara çarparız. Biz ancak kitap ve sünnetle delil getiririz.”
E) MASKELENMİŞ DAİŞ VEYA HÂRİCÎLER
Daişin veya çağdaş Hâricîlerin fikirleri ve müslümanlara revâ gördükleri yanlış muamele onların müslüman toplum nazarında değer kaybetmelerine sebep oldu. Bu vesîleyle onlara gidip katılan gençlerin sayısında düşüş yaşandığı bir gerçektir. Gayrimüslimlere müsâmaha müslümanlara ölüm mantığı onların başkaları tarafından kullanıldığının en büyük göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslümanların topraklarını işgâl ettiler, Müslümanları öldürdüler. Kadınlarını kızlarını câriyeleştirdiler. Bu da onların itibar kaybetmelerine sebep oldu. Eleman bulmakta zorlandılar.
Bundan dolayı bu örgüt taktik değiştirdi. Onlardan ayrıldığını iddia edenler bu ümmetin ezilmişliğini dert edinen, cihâd özlemi taşıyan gençlerini saflarına çekmek için başka isimlerle ve yeni yüzlerle kendilerini göstermeye başladılar. Daişi eleştirerek sempati toplamaya çalışıyorlar. Cihâd söylemini ön plana çıkararak samîmî müslüman gençleri kendi saflarına çekmeye çalışıyorlar.
İşin özüne inildiği zaman bunların isimleri dışında yukarıda adı geçen Hâricî mantıklı gruplardan farklı olmadıklarını rahatlıkla görebiliyoruz.
Müslümanların bu konuda gençlerini uyarmaları ve tedbir almaları gerekmektedir. Kuzu postuna bürünen bu kurtları deşifre etmeli, yeni bir oyuna gelmemelidir. Çünlü bunlar daha tehlikelidir.
SONUÇ
HÂRİCÎ VE BENZERİ GRUPLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ
1-Akîde ve amelden oluşan dînin emirlerini yerine getirmeyen ve yasaklarından kaçınmayan kimseler kâfir kabûl edilir.
2- Kendilerinden olmayan herkesi düşman ve kâfir kabûl etmişler, buna bağlı olarak kendilerinin dışındaki müslümanların kadınlarını ve çocuklarını da esir almış veya öldürmüşlerdir.
3- Öyle anlaşılıyor ki bu gruplar, İslâm’ın getirdiği ferdî sorumluluğu anlayamamış ve günahla küfür arasındaki farkı tesbit edememiştir.
4-Allâh’ın zâtı ve sıfatları konusunda Kur’ân ve hadislerin zâhirî ifâdelerinde dile getirildiği gibi inanmak gerekir. Kelâm ilminde yapıldığı şekliyle muhkem âyetlerden elde edilen ilkeler ve esaslar ışığında müteşâbih âyetleri ve haberî sıfatları tevil etmek câiz değildir. Tevhîdin rububiyyet, uluhiyyet ve amelle ilgili boyutları vardır. Allâh’ın birliği tasdîk edilirken tüm bu boyutların hep berâber eksiksiz bulunması gerekir. Bu hususta fikrî ve amelî eksiği olan kişi şirk koşmuş olur; dolayısıyla küfre girer ve tekfir edilir.
5-Büyük günahları işleyen kişi de kâfir olur, ama bu küfür onu dinden çıkarmaz. Şirk ve küfür hiçbir nedenle müsâmahayla karşılanamaz.
6-Sırf Müslümanlardan sâdır oldu diye şirk ve küfür hükmünü vermeyi ertelemek veya bu konuda bazı mâkûl mülâhazalarla gevşeklik göstermek, ircâ anlamına gelir. Bu durum, bid’atçi Mürcie fırkasının bir uygulamasıdır ve sakınılması gerekir.
7- el-Velâ yâni mü’minleri dost edinmek, el-Berâ yâni îmansızlardan uzaklaşmak ve onlara düşmanlık izhar etmek, en önemli akîde esaslarındandır.
8- Kur’ân’ın, “Gerçekten biz Kur’ân’ı anlaşılması için kolaylaştırdık.” meâlindeki âyetini delil kabûl ederek, herhangi bir ilim ehlinin yardımı olmaksızın kitap ve Sünneti anlamanın mümkün olabileceğini ileri sürmektedir.
9-Bu bağlamda ictihâdı ya reddetmektedir veya onu bilinenden farklı bir şekilde yorumlamaktadır. İcmâ, Kıyas veya Mesâlih-i Mürsele gibi, müçtehidin hüküm çıkarırken kullandığı prensip ve metodlardan hiçbirini kabûllenmemektedir. Bu konuda şunları söylemektedir: “Delil ancak Kitap ve Sünnet’tir. Bunların dışında delil yoktur. Bu nedenle biz icmâyı, kıyâsı, Medîne ehlinin amelini, sahabenin reyini, fukahânın görüşlerini duvardan duvara çarparız. Biz ancak kitap ve sünnetle delil getiririz”
10- Ayrıca, “Allâh’ı bırakarak bilginlerini ve din adamlarını Rabbler edindiler.” âyetine dayanarak, “taklîd eden kâfir olur” anlamında bir kural ihdâs etmiş ve fakihlerden herhangi birine uyan kimsenin, İslâm dîninden çıkacağına hükmetmiştir.
11- Nübüvvetle ilgili “mâsumiyeti” yâni ismet sıfatını kabûl etmezler. Peygamberlerin büyük günah işleyeceğini iddia ederler.(Hac,52)
12-Cennet, cehennem, berzah konusunda ehli Sünnetten farklı düşünürler. Cennet ve cehennemin şu anda mevcut olmadığını iddia ederler. Berzahı ise tamâmen redderler.
13-Namazın üç vakit olduğunu, bazılarına göre iki; ezana gerek olmadığını, rekat sayılarının farklı olduğunu ve kıbleye dönmeye gerek olmadığını iddia ederler.
14-Şirke kapı aralayan türbe inşâsının yanı sıra mescidlere kubbe ve yüksek minâreler yapmak, içlerini süslemek de bid‘at sayılmaktadır.
15- Hz. Peygamber’in doğumunu ve diğer kandil gecelerini kutlamak, Kur’ân ve hadislerde bulunmayan duâ ve zikirleri tekrarlamak, Kur’ân’ı makam ve nağme ile okumak, mevlid okutmak yasaklanmalıdır.
16- Şefaati tamâmen reddetmektedirler.
17- Terimlerdeki (kavramlardaki) anlayış yetersizliği. Bir kelime değişik anlama gelebilir. Yâni değişik anlamları olabilir. Onlar mutlak îmanla, îmân-ı mutlak arasını ayırmıyorlar. Kâmil İslâm’la soyut İslâm’ın arasını ayırmıyor ve günah küfrü ile şirk küfrünün arasını büyük şirk ile küçük arasını, itikâdî nifak ile amelî hal ve tavırdan dolayı câhilî bir harekette bulunanı itikâdî cehâletle isimlendiriyorlar.
18-Bunlardan bazıları hadis ve Sünneti tamâmen reddetmekte ya da sâdece mütevâtir ve sahih hadis vurgusu yapmaktadırlar.
19- Bu tür yapılanmalar ulemâ sınıfı olmayan ve bu hâliyle bütünüyle modern bir karakter taşıyan yapılanmalardır. Bu hareketlere destek vermeyen âlimler zâten görüşlerine itibâr edilmeyen kişilerdir. Kendi icraatları hakkında en ufak bir eleştiri yapan ilim adamları ise siyonistlik de dâhil her türlü ithâma mâruz kalabilmektedir. Kendi saflarına katılmayan âlimlerin görüşlerine itibâr edilmeyeceğini de “kâ‘id (cihâda katılmayan), mücâhide fetvâ veremez” sloganıyla deklare etmektedirler. Netîcede sahih kaynaklardan sağlıklı bir usûlle beslenmeyen, içine kapalı ideolojik bir yapılanma, şiddet eğilimleri için uygun bir zemin teşkîl etmektedir.
20- Ve ayrıca bu guruplar âlim kabûl ettikleri kimselerin âyet ve hadîs-i şerifleri kendilerine göre yorumlamalarına da kayıtsız teslim olmakta, onların ictihad ettiklerini sorgulamamaktadırlar.