ÎMANDA KARARLILIK VE İKRÂHA KARŞI AZÎMETLE AMEL ETMEK
Akaid - Tefsir
ÎMANDA KARARLILIK VE İKRÂHA KARŞI AZÎMETLE AMEL ETMEK
- 2021-01-03 22:48:40
- Yediulya
Îmanda Kararlılık ve İkrâha Karşı Azîmetle Amel Etmek
Dr. Mehmet Sürmeli
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde tevhîd mücâdelesinin önderleri olan peygamberlerinden bir kısmını zikretmiştir. Verdikleri mücâdeleyi, zorluklara karşı direnmelerini, insanlardan gördükleri sıkıntıları ve Allâh’ın (c.c) dînini hâkim kılabilmek için çalışma yöntemlerini bizlere anlatmıştır. Yoğun bir mücâdele verip “anlarını” değerlendirmelerine rağmen bâzıları bir “Medîne” bile kuramamıştır. Medîne kuramasalar bile çalışma şekilleri ve hareketleri tamâmen Rabbânî temeller üzerine oturmuştur.
Peygamberlerin çalışma şekillerine ve tâkip ettikleri usûle baktığımız zaman onların “azîmet”le amel ettiklerine kanâat getiririz. Azîmet; kasdetmek, karar vermek, yemîn etmek, nefsin arzusuna bakmadan, ruhsat ve cevaz hâline iltifât etmeden şer’î emir ve yasakların hem lafzına, hem rûhuna uygun bir şekilde hareket etmek, te’villerden sakınmak, ihtiyâta en uygun yolu tutmaktır.1 Bu anlamda peygamberler, zamânın fıkhına en uygun yolu tâkîb ederek; bir an bile tâviz vermeden ilâhî emirler doğrultusunda hareket etmişlerdir. Konunun anlaşılması bağlamında şu âyeti iyi düşünmek ve gerekli dersleri almak gerekir: “فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ أُوْلُوا الْعَزْمِ مِنَ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِل لَّهُمْ كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِّن نَّهَارٍ بَلَاغٌ فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ” “O halde ey Rasûlüm! O üstün azim sâhipleri olan peygamberler nasıl sabrettilerse, sen de öyle sabret. Onlar hakkında azap gelmesi için acele etme! Onlar, tehdit edildikleri azâbı gördükleri gün, dünyâda gündüzün sâdece bir saatinden daha fazla kalmadıklarını düşüneceklerdir. Bu bir duyurudur. Sözün kısası: "Allâh’ın yolundan çıkmış güruhtan başkası helâk edilmez.”2 Onlar ne kadar eziyetlerini artırırsa sen de Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirme husûsunda gayretini ve temponu artır. Nûh (a.s), İbrâhîm (a.s), Mûsâ (a.s) ve Îsâ (a.s) gibi çalış.3 Tefsir kaynakları bu dört peygamberin yanına Hz. Muhammed (s.a.v)’i de eklemişler ve bu peygamberlere “Ulu’l-Azm” peygamberler adını vermişlerdir. Esâsında ise bütün peygamberler “Ulu’l-Azm”dir. Yukarıdaki âyeti îtinâlı bir şekilde okuduğumuzda görürüz ki “Ulu’l-Azm” peygamberlerin iki temel özelliği vardır: Cihadlarının büyüklüğü ve sabırları. Küfre karşı verilen büyük mücâdele ve bu mücâdele sırasındaki sabırları; ilâhî emirlere teslîmiyetleri, her türlü günahtan uzak durmaları, ibâdetlerini ihsan derecesinde edâ etmeleri, başlarına gelen semâvî belâları rızâ ile karşılayabilmeleri ve küfrün baskısı karşısında yılmadan hep ileriye bakmaları onları daha farklı bir konuma yüceltmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, azim sâhibi peygamberlerden ayrı olarak bâzı olaylar ve kıssalar anlatır. Bu kıssalar yaşanmış olaylardır. Mü’minler bu kıssalarla hem tesellî edilir, hem motive edilir hem de en ideal olana doğru yönlendirilir. Îmanda azîmetle amel etme olayının en güzel anlatıldığı kıssalardan birisi, Hz. Mûsâ ile Firavun arasındaki mücâdelede günün evvelinde Firavun’un yanında olan, sonunda ise şehâdet mertebesine ulaşan sihirbazların olayıdır. Sihirbazlar yenilip küçük düşünce4 yaptıkları işin bir hurâfe olduğunu anlamışlardır. Allah Teâlâ’nın birliğine ve Hz. Mûsâ’nın risâletine îmân ettiklerinde, Firavun insanların îmânını bile kendi iznine bağlamış biri edâsıyla “Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi?” diye haykırmış; sonra da “Yemîn olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak kesecek ve sonra da hepinizi asacağım”5 demişti. Bu icrâ edilecek tehdit karşısında en küçük bir sapma yaşamayan mü’minler; “Biz zâten Rabb’imize döneceğiz”6 diyerek ölüme ve zulme meydan okumuşlardır. Yüce Allah (c.c), hiç namaz kılamadan, oruç tutamadan veya daha başka sâlih amelleri yerine getiremeden şehâdeti tercîh ederek cenneti hak eden bu kimseleri överek örnek göstermiştir. “İş başa düştüğü zaman sizler de böyle olun.” dercesine…
Kralın dînine girip de kâfirce bir hayâtı tercih yerine, dağda/mağarada yaşamayı tercîh eden “Ashâb-ı Kehf”7 de îmanda azîmeti seçmiş değerli îmân öncüleridir. Îmanlarını koruma uğruna mağarada yaşamaya başlayan genç yiğitler böyle bir hayâtı tercih sebeplerini şöyle açıklamışlardır: “… Bizi ellerine geçirirlerse kendi (bâtıl) dinlerine döndürürler ki o zaman aslâ kurtuluş yüzü göremeyiz.”8 Ebedî olan âhiret hayâtına karşılık geçici dünyâ rahatlığını üstün tutmanın yanlışlığına vurgu yaparak tüm çağlara; özelde de gençlere gerekli mesajı vermişlerdir.
Zamânın elçilerine yardım eden ve bu uğurda şehâdeti kazanan Habib en-Neccar9 da îmanda azîmet öncüsüdür. Kavmine, îmandaki salâbetini/sağlamlığını îlân etmiş ve küfür ehlinden kendine gelecek zarara önem vermemiştir. Netîcede öldürülmüştür. Rivâyete göre de öldürülürken “Ey Allâh’ım! Kavmime hidâyet ver” diye duâ etmiştir.10 Habib en-Neccar’ın yapmış olduğu îmânî tercih netîcesinde Allah (c.c), şu âyette açıklandığı üzere onu cennetiyle ödüllendirmiştir: “Böylece ona (şehitler için hazırlanmış olan şu) cennete gir, denildi…”11
Îmanda azîmetle amel eden en seçkin insanlardan birisi de Firavun’un karısı Asiye binti Muzahim’dir.12 Hz.Asiye, Allâh’ın birliğini kabûl edip karısı olmasına rağmen Firavun’dan beraat etmiş, onun insanlar üzerindeki tasarrufunu kabûl etmediği için çekmediği çile kalmamıştır. Firavun onun için yere kazıklar çaktırmış, nâzik bedenini gerdirmiş ve üzerine taşınması zor taşlar koydurarak güneşin altında aç-susuz bırakmıştır.13 Bu örnek kadın, îmandaki tercih ve karârını şu duâ ile tamamlamıştır: “وَضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا لِّلَّذِينَ آمَنُوا اِمْرَأَةَ فِرْعَوْنَ إِذْ قَالَتْ رَبِّ ابْنِ لِي عِندَكَ بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ وَنَجِّنِي مِن فِرْعَوْنَ وَعَمَلِهِ وَنَجِّنِي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ” “Ey Rabb’im! (Zâlimlerin saraylarını villalarını istemem.) Bana, katında bulunan cennette bir köşk hazırla. Allâh’ım! Beni Firavun’dan ve onun yaptığı (zulüm ve haksızlıklar)dan koru ve beni bu zâlim toplum (ile aynı hayâtı ve aynı âkıbeti paylaşmak)tan kurtar.”14
Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan ve îmanda azîmetle amel etme konusunda örnek verilen bu insanların yaşadıkları olaylar, Hz. Peygamber (s.a.s.) zamânında da olmuştur. Allah Rasûlü’nün (s.) arkadaşları da tevhîdî konularda Ashâb-ı Kehf, Habib en-Neccar ve Asiye binti Muzahim gibi hareket etmişlerdir. Zîrâ onları eğiten Hz. Muhammed (s.a.s.) şu emri vermişti: “Ateşlere atılıp da yakılsanız, paramparça da edilseniz sakın Allâh’a şirk koşmayınız.”15 Allâh’a olan tâzîm ve sevginin sonunda çile bile olsa, ödülü çok büyüktür. Rasûlullah (s.a.s.) bu büyük ödülü ümmetine de müjdelemiştir: “… Kim ki Allâh’a olan sevgisinin uğrunda öldürülürse şehittir.”16 Zaman zaman çilelerin ve işkencelerin dayanılmaz boyutlara uğramasıyla gevşemeler olduğunda ilâhî uyarı hemen gelmiştir. Muhâcir mü’minler Medîne’ye hicretle berâber bâzı güçlüklerle karşılaşmışlardır. Çünkü her türlü mal ve mülklerini Mekke’de bırakmışlar, Allâh’ın rızâsını ve Rasûlü’nü (s.a.s.) tercîh etmişler, bu garib mü’minlere Yahudiler düşmanlıklarını göstermiş, münâfıklar ise nifaklarını gizleyip gereğince amel etmeye başlayınca Yüce Allah (c.c.) kalplerinin yatışması17 ve bu işin öyle kolay olmadığını bildirmek için şu âyeti göndermiştir: “أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ” “Yoksa siz (ey îmân edenler), sizden önceki ümmetlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden (öyle kolayca) cennete girebileceğinizi mi sanıyordunuz? Sizden önceki ümmetler öyle zorluklarla, öyle sıkıntılarla karşılaşmış, öylesine (çetin imtihanlarla) sınanmışlardı ki nihâyet (o zamanki) peygamber ve onunla birlikte inananlar ‘Allâh’ın yardımı ne zaman?’ diyecek hâle gelmişlerdi.”18
Mekke döneminde müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabesine her türlü mânevî ve fizikî işkenceyi tattırmışlardır. Bireysel anlamda her biri birer “ümmet” olan sahabilerden biri bile dîninden tâviz vermemiş ve irtidâd etmemiştir. Konuyla ilgili gerekli mâlûmât İslâm târihi kitaplarından alınabilir. Hattâ çocuk denilecek yaşta Müslüman olan, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) halasının oğlu Zübeyr b. Avvam (ö. 36/ 656) amcası tarafından hasıra sarılmış, hasırın altından ve üstünden duman verilmiştir. Küfre dönmesi için ısrâr edilmesine rağmen Zübeyr (r.a.) bu çileyi çekmiş ama “Ebediyyen küfre dönmeyeceğim”19 diyerek îmandaki sebâtını ortaya koymuştur. Bedenî işkencenin en önemli mağdurlarından Habbab b. Eret (ö. 37/657), Hz. Peygamber’e (s.a.s.) sızlanıp bu çilelerin bitmesi için duâ etmesini istediğinde, kararlı olmanın ve cesâretin en büyük temsilcisi Rasûlullah (s.a.s.), Habbab’a (r.a.) şu önemli uyarıyı yapmıştır: “Ey insanlar! Takvâlı olun. Sabredin (ve kâfirlere karşı) direnin. Allâh’a yemîn ederek söylüyorum ki sizden önceki mü’minlerden bir adamın başına demir testere konur ve vücudu ikiye yarılırdı da o yine de dîninden dönmezdi. Takvâlı bir hayat yaşamaya devâm edin. Allah (c.c.) size, San’a’ya kadarki toprakları fethetmeyi nasîb edecektir.”20 Hz. Peygamber (s.a.s.), direnme rûhunu kıracak bir fırsat verseydi, durum daha da vahîm olabilirdi. Bütün bunların farkında olan Rasûlullah (s.a.s.), zaman zaman ruhsatla amel etmeye de cevaz vermiştir. Bu durum şu âyette de sâbittir: “مَن كَفَرَ بِاللّهِ مِن بَعْدِ إيمَانِهِ إِلاَّ مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإِيمَانِ وَلَكِن مَّن شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِّنَ اللّهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ” “Her kim îmân ettikten (ve İslâm’ın güzelliklerini bizzat yaşadıktan) sonra (yeniden küfre dönerek) Allâh’ın dînini inkâr edecek olursa -tabiî ki bundan maksat kalbi îmanla dopdolu olduğu hâlde, baskı altında inkâr etmiş görünenler değil, tam tersine (îmânın coşkusunu tatmış olmasına rağmen) gönlünü (yeniden) inkâra açan (İslâm dışı herhangi bir inanç veya ideolojiyi bilerek ve isteyerek onaylayan) kimselerdir- İşte Allâh’ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için korkunç bir azap vardır.”21 Demek ki baskı altında bulunan bir Müslüman, öldürülme veya bir uzvunun kesilmesi gibi (ikrâh-ı mülcî) hayâtî bir tehlikeyle yüz yüze geldiğinde -her ne kadar şehâdeti göze alıp direnmesi daha fazîletli ise de- kendisini kurtarmak için diliyle; tevriyeli sözler kullanarak inkâr edebilir. Buna, îmanda ruhsat kullanma denilir. Ammar b. Yasir (ö. 37/657) böyle bir ikrâhla karşı karşıya gelip bitkin bir vaziyette Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanına vardığında Rasûlullah (s.a.s.) ona kalbini nasıl bulduğunu sormuş, O da: “îmanla dopdolu” cevâbını verince, aynı işkenceyi tekrarlarlarsa onların sözlerine icâbet edebileceği ruhsatını vermiştir.22 Zîrâ ikrâh hâli geçtikten sonra kalp yeniden itmi’nan hâline dönecektir. Çünkü akîdesi kalbî olarak değişikliğe uğramamıştır.23 Burada şunu kaydetmekte fayda var; Peygamberlerin ve onların işlevsel temsilcisi durumundaki İslâm âlimlerinin her ne sebeple olursa olsun İslâm’ı inkâr anlamına gelebilecek beyânatta bulunmaları aslâ câiz değildir. Çünkü halk, İslâm’ın hükümlerini onlardan öğrenir. Dolayısıyla âlimlerin sözleri bir anlamda huccet olduğundan ve yalnızca kendilerini değil, onlara itâat etmekle yükümlü olan bütün Müslümanları bağladığından, onların dînî hükümler konusunda yalan söylemeleri kesinlikle doğru değildir. Öte yandan, eğer bir Müslüman, daha aşağı derecede bir baskı ile karşılaşırsa (ikrâh-ı gayri mülcî), yalnızca diliyle bile olsa inkâr edemez.24
Îtikâdî konularda veya ibâdetleri icrâ etmede herhangi bir ikrâh-ı mülcî ile karşılaşan Müslüman, kâfirlerin velâyetini kabûllenmeden, onlara şirin gözükmeyi yeğlemeden ve dostluklarını tercîh etmeden onların tekliflerine diliyle muvâfakat edebilir. Buna takiyye denilir ki niyetin iyi olmasıyla berâber, ancak ölüm korkusu varsa yapılabilir. Takiyye bir ruhsattır. Eğer bu ruhsatı kullanmaz, îmânını izhâr etmenin netîcelerine katlanırsa; sabreder ve öldürülürse büyük bir sevap kazanmış olur.25 Bu ifâdeleri buraya taşımamızın sebebi; takiyyenin bir hareket fıkhı olduğunu klasik kaynaklardan göstermektir. Şiada îmân esaslarındandır diye takiyyeyi ruhsat olarak reddetmek hem bir cehâlettir hem de ilmî mîrâsı reddetmektir. Günümüzde ise takiyye kavramı anlam daraltılmasına uğradı ve bir ikiyüzlülük gibi sunulmaya başlandı. Müslümanların kavramlarını onların yetkili âlimleri târif eder fetvâsınca; fâsıkların, İslâmî kavramları tanımlayarak mü’minlerin kafalarını karıştırmalarına müsâade edilmemelidir.
Müslümanların, inançlarının gereğini sözlü ve amelî olarak ortaya koymaları îmanlarının zorunlu sonucudur. Buna göre Müslüman olduğunun farkında olan bir insanın, Akabe’de biat eden Abbas b. Ubâde el-Ensârî’nin (r.a.) şu sesine kulak vermesi gerekir: “Muhammed’e (s.a.s.) biat etmek, O’nun dînine girmek demek; kızılla ve karayla savaşı göze almak demektir.” Dünyâdaki bütün şer güçlere dur diyebilmenin adıdır; Müslümanlık. Bunu, Müslümanca duruştan tâviz vererek, îmânı gizleyerek, bâtıl dinleri hak seviyesine çıkararak, dünyâ sisteminin rotasını kolaylaştırmak için dîni kullanarak, yörünge siyâsetinin halkası olarak; Müslümanlıkta hayâtın siyâsî, sosyal, iktisâdî ve hukûkî cephelerini inkâr ederek yapamazsınız. İslâm, Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığı ve Rasûlullâh’ın (s.a.s.) tâkip ettiği yol üzere insanlığa arzedilir. Bunu yapmak en büyük ibâdettir. İslâm’ı kitlelerle buluşturmak ehliyetli insanlar ve ulemâ için daha da derin hükümler ve sorumluluklar içerir. İslâmî ilimlere vâkıf olan ve müstakîm çizgide bulunan Müslüman önderlerin fildişi kulelerde gereksiz ve gündem dışı mâlûmâtfuruşluk yapmak yerine, Salim b. Makel’in (r.a.) Yemâme savaşındaki küfre karşı yiğitliğini kuşanmaları gerekir. Salim’e (r.a.) “Senin öldürülmenden korkuyoruz.” diyenlere o şu cevabı vermiştir: “Eğer ben, korkak davranır ve şehid kardeşlerimize kavuşamazsam, ne kötü bir Kur’ân-ı Kerîm âlimi olurum.”26 Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’i iyi okuyup bildiğini söyleyenlerin düşünmesi gereken cümlelerdir…
Dipnotlar
1 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 78.
2 Ahkaf 46/35.
3 Taberî, Câmiu’l-Beyân, c. XI, s. 302-303.
4 Bak: A’raf 7/119.
5 A’raf 7/123-124.
6 A’raf 7/126; Ayrıca bak: Taha 20/71-73.
7 Kehf 18/14.
8 Kehf 18/20.
9 Suyûtî, Celaleyn Tefsiri, s. 441.
10 Âlûsî, Rûhu-l Meânî, c. XI, s. 399-400.
11 Yâsîn 36/26.
12 İbni Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, c. IV, s. 394.
13 Zemahşerî, Keşşaf, c. IV, s. 559.
14 Tahrim 66/11.
15 İbni Hanbel, Müsned, c. V, s. 237; Hanbelî, Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem, c. I, s. 373.
16 İbni Hemmam, Musannef, c. X, s. 116
17 Vahidî, Esbâbü’n-nüzûl, s. 58.
18 Bakara 2/214; Ayrıca bak: Âl-i İmran 3/142; Tevbe 9/16.
19 Hâkim, Müstedrek, h. no: 5548, c. III, s. 406.
20 Hâkim, a.g.e, h. no: 5643, c. III, s. 432.
21 Nahl 16/106.
22 Hâkim, Müstedrek, h. no: 3362, c. II, s. 389; Taberî, Câmiu’l-Beyân, c. VII, s. 651.
23 Âlûsî, Rûhu-l Meânî, c. VII, s.472.
24 Kısa, Kısa Açıklamalı Kur’ân-ı Kerîm Meali, s.330-331.
25 Hazin, Lübâbu’t-Te’vîl, c. I, s. 252.
26 Hâkim, Müstedrek, h. no: 5006, c. III, s. 252.